Allah’ın Sopasına Özlem ve Masumun Tehdidi

Halen enkaz kaldırma ve kurtarma çalışmaları süren korkunç Van depreminin ardından kimi televizyon kanallarında ve sosyal medya ortamında en az deprem kadar insanı dehşete düşüren bir söylemin kendini ortaya koyma cesareti sergilediğine tanık olduk. Yörede yaşayan insanların etnik kökenleri ile yaşanan felaketi ilişkilendiren bu söylem ilahi bir kudretin “suçlulara” ve “kötülere” cezasını verdiğine işaret ediyordu. Kendini Batı’da konumlandırmaktan hiç gocunmayan merkez medyanın şefkatli söyleminde bile (“Kardeşim yardımına geliyorum”) ayrımcı bir tını olmasına rağmen sosyal medyada açıkça ilenen, bela okuyan, oh olsun, işte Allah’ın sopası diyenlerin varlığı yıllar öncesini hatırlattı. 1999 depreminde de “7.4 Yetmedi mi?” diye pankart açanlar, depremin Allah’ın yoldan çıkmışlara bir ceza olarak gönderildiğini, Yalova’da çıplak denize girenler ya da Gölcük’te rakı içenler yüzünden Allah’ın sopasının insanların üzerine indiğini söylüyorlardı. Peki nedir bu söylemin arkasında yatan? İnsanlar nasıl olup da doğal felaketleri ötekilerin canını acıtmakta bu kadar fütursuz kullanıyorlar?

Modernlik öncesi toplumlarda ve kültürlerde doğal olaylarla tanrısal düzlemin bir arada algılandığı hepimizin malumu. Yaşadığımız coğrafyada etkili olan semavi dinlerin kitaplarında anlatılan birçok dini hikayede ahlaki olarak yozlaşmış, yoldan çıkmış kabilelerin, kentlerin, insanların üzerine türlü felaketlerin nasıl da Tanrı tarafından yollandığı canlı bir şekilde tasvir edilir. Nuh Tufanı belki de bunlar içinde en büyük “temizliktir”. Mesele sadece kurucu metinlerdeki hikayelerle sınırlı değildir. Toplumsal hayatın birçok aşamasında suçlu ile suçsuzu ayırmak için tanrısal bir gücün yardımına başvurulması kadim bir gelenektir. Ortaçağ Hıristiyan dünyasından dünyanın çeşitli yerlerindeki yerli kabilelere kadar farklı uygulamalarına rastlamak mümkündür. Buna Hıristiyanlıkta “çile yoluyla yargılama” da denildiğini hatırlayalım: Suçlanan kişinin ateşte yürümesi veya suyun altında tutulması gibi “çileler” uygulanmakta, suçsuz ise tanrının yardımı ile bu çileden yara almadan çıkacağına inanılmaktadır. Tıpkı firavunun İbrahim peygamberi ateşe attığında tanrısal gücün onu yanmaktan koruduğu örnekte olduğu gibi. Doğrudan tanrının / doğanın hakemliğine başvurulması insanın varoluşu algılama biçimiyle ilgili bir durumdur. Günümüzde de kendilerine haksızlık yapıldığına inananların (veya gerçekten de haksızlığa uğrayanların) adaletin Allah’ın sopasıyla yerine geleceğini ummaları bu türden bir kültürel geçmişe sahip. Ama hepsi bu mu?

Asıl meselenin çok daha derin olduğuna inanıyorum: Sayısız insanın feci şekilde ölmesine neden olan büyük felaketler çok ciddi felsefi sorunlar yaratır. Bunların başında da hayatın anlamı nedir sorusunun bir kez daha ve çok ciddi bir şekilde sorulması gelir. Varoluşa dair temel meselelerin çözümlerini hazır dinsel / kültürel cevaplarda bulmaya alışkın geniş kitleler için sorunun dehşetengiz bir şekilde gündeme gelmesi bir şok etkisi yaratır. Ölenlerin masum olması, hak etmedikleri şekilde acı çekmeleri ve yaşamlarını kaybetmeleri insanın gerçeklik duygusunu zedeler. O ana kadar “her şeye gücü yeten ve adil bir yaratıcı babanın kurduğu düzen” içinde yaşamaktadır kişi. Bu algının yaralanması insanda başa çıkılması zor bir varoluşsal bunalım yaratır. İlahiyatçıların üzerine tartıştıkları “iyi bir Tanrı’nın hakimiyetinde kötülük nasıl var olur” sorusuyla özetlenebilecek “kötülük problemi”dir bu.  Kötülük uzakta olduğu sürece sıradan insanın bu konuyu aklına getirmesine pek de gerek olmaz ve mesele ilahiyat içinde tartışılıp durur. Ancak depremler gibi çok büyük bir alanı ve çok sayıda hayatı etkileyen büyük olaylarda insanlar bu büyük felsefi soruna hazırlıksız yakalanır. Felaketin insanın davranışlarından, duygu ve düşüncelerinden bağımsız ve neredeyse raslantısal olması “benim de başıma gelebilirdi” düşüncesini tetikler. Oysa insan psikolojik olarak kendini çok değerli ve vazgeçilmez olarak hissetmeye eğilimlidir. Hayır bana olmaz, ben masumum, ben iyiyim ve doğa ya da ilahi bir güç bana bunu yapmaz düşüncesine inanmayı sürdürebilmek için tek çıkar yol, ölenlerin suçlanmasıdır. Tanrının eli yanlışlıkla ceza vermeyeceğine göre ve ortada bir ceza olduğuna göre geriye tek açıklama kalır: Bu ceza bir günahın kefaretidir. Duruma göre günahlar icat edilebilir. 1999 depreminde sebep İslami yaşayışa ters düşülmesidir, 2011 depreminde etnik gerilim…

Mesele insanların bazılarının böyle düşünmesi değil, varoluşsal sorunların dehşetiyle karşılaşan donanımsız zihinlerin bu tepkileri bir yere kadar anlaşılabilir. Bu ilksel eğilimler her yerde ve her zaman ortaya çıkabilir, ancak sorun toplumsal / kültürel yapının sağlıklı bir örgütlenmesinin olmadığı durumlarda bunun başat söylem haline gelmesidir. Bu da insanın insandan en çok korktuğu durum demektir.

10 Replies to “Allah’ın Sopasına Özlem ve Masumun Tehdidi”

  1. Teşekkürler. Çok güzel yazmışsınız. Bu ortamda birilerinin doğru cümleler kurması insanın içini rahatlatıyor.

    Beğen

  2. Bilgi ile damıtılmış, özenle kaleme alınmış şahane bir Manifesto – Herkes otursun yerine kendi ölümünü kucaklasın demek istiyor insan.

    Beğen

  3. aslinda insanlarin felaketlerle karsilastiginda bu tarz cumleler kurmasi ‘benim de basima gelebilir’ dusuncesinin yarattigi gerilimden kurtulmak… insanlar gelecegin kontrol edilemez ve ongorulemez oldugunu, ve dunya duzeninde sucsuz, masum insanlarin basina kotuluklerin gelecegini dusunmek istemiyor. Neden;her zaman oldugu gibi gelecegi kontrol edebilmeyi isteme gudusu. Depremden sonra tanik oldugumuz bu cirkin soylemler aslinda bir anlamda tecavuze ugrayan kadinlarin arkasindan soylenen ‘o kadar kisa etek giymeseydi o zaman’ ya da ‘gece gec saatte ne isi varmis’ soylemleriyle buyuk bir parallellik tasiyor aslinda. Depremin arkasindan yapilan bu yorumlar bana miladin baslarinda Pompei’de meydana gelen volkanik patlamanin butun bir kenti lav altinda birakmasina sebep olarak Roma halkinin ahlaksiz ve yozlasmis oldugunun, ve bu yuzden Tanri’nin onlari cezalandirdiginin gosterilmesini hatirlatti. Ne yazik, aradan binlerce yil gecmis,teknoloji,bilim ilerlemis ancak zeka duzeyi, dusunce sekli ayni kalmis

    Beğen

  4. “varoluşsal sorunların dehşetiyle karşılaşan donanımsız zihinlerin bu tepkileri… “. Sonuna kadar modernist, bir o kadar da doğru bir yorum.

    Beğen

  5. Murat bey,
    Ben indirgemeci yaklaşımlardan hep çekinmişimdir. Bana kalırsa son derece düz mantık kurarak, tüm olan biteni tek bir motife (din) indirgeyen ve dolayısı ile olayın vehametini basitleştiren bir açıklama getirmişsiniz. Bence toplumumuzun psikolojisi bundan çok daha fazla karışık. “Ötekileştirme” basit bir dinsel motif değil, son derece derin ve ağır bir patolojiye doğru evrildi. Din açıklayıcı etken olsa da bence bu durumda başat faktör değil. Bu daha çok siyasi bir ayrışma ve altında yatan tarihsel ve yönetsel dokunun gelinen çıkmazda ve sıradan insanların verdiği tepkideki rolü daha önemli. Şu anda dünya tarihine “yapılırken” şahit oluyoruz. İlginç zamanlar. Tarihte hep olduğu gibi…
    Saygılar,
    Petek

    Beğen

  6. Bu ülke seksen yıldır ağır bir deprem yaşıyor. Kimlik depremi: Devrimle ulusal bir kimlik kazandık ama karşı-devrimle Ortaçağ kimliklerine geri döndük. Ne demeli bu liberallere? Kimlik ihtiyaçtan doğmaz mı? Kimlik, uluslararası politikanın konusu olmuşsa öteki kalmak siyasal bir tercihe dönüşmez mi?

    Beğen

  7. @EbruliKedi Sanırım düşüncelerimi iyi ifade edememişim. Bu yazının amacı her şeyin, özellikle de Türk-Kürt kimlikleri üzerinden siyasi yarılmanın ya da ötekileştirme süreçlerinin açıklamasını yapmak değildi. Elbette son derece karmaşık bir süreç. Benim üzerine düşünmeye çalıştığım büyük doğal felaketlerin neden olduğu felsefi sorunlar ve sonucunda geliştirilen psikolojik mekanizmalardı. Bu bazen dinsel bir söylemle kendini gösterebilir. Ancak temeldeki sorun her zaman dinsel bir motif değildir. Temeldeki sorun, nedensiz kötülüğün anlamlandırılması sırasında yaşanan bunalımdan çıkmak için insanların kimi zaman felakete maruz kalanı suçlama yoluna gitmesidir. Bu bazen, 1999 depreminde olduğu gibi dinsel bir söylemin içinden gelebilir; bazen de zamanımızda olduğu gibi bir düşmanlığın hak edilmiş cezası olarak algılanabilir. Evet, tüm açıklama / anlama çabaları gibi benimkisi de indirgemeci. Ancak her şeyi açıklama iddiasında değil. Amacım asla durumu basitleştirerek kabul edilebilir bir noktaya getirmek değildi. Tam tersine, bildiğimiz siyasak kamplaşmaların dışında yönleri olduğuna dikkat çekmekti.

    Beğen

  8. İyi bir başlık ve güzel bir yazı. Elinize sağlık. Bu tür yazılarınızda, çeşitli kuramlar içinde geçen düşünceleri, yalın bir şekilde ifade etmeniz hoş diye düşünüyorum. Üzerine düşünmeyi kolaylaştırıyor. Tabi yorumları okuduktan sonra, ‘indirgemeci’ konusuna girmemek çok zor:

    Aslında, her cümle, yazı, inceleme, kuram indirgemez mi? (Sözlük anlamıyla kullanırsak.) İndirgeyerek düşünür, birleştirir, yorumlar. Her zaman dışarıda kalan bir şey vardır, olacaktır. Hiçbir şey olmasa, henüz söylenmemiş söz kalacaktır dışarıda. Bir düşüncenin, yazının, kuramın, var olanı tümüyle açıkladığını söylemek, aslında işte tam da bu, eleştiri olarak kullandığımız ‘indirgemecilik’ olabilir. Ben bu yazıda böyle bir iddia görmedim. Yazar, baktığı yerde gördüklerini, bildiklerini, düşündüklerini yorumlayarak aktarmış. Belki Ebruli Kedi’nin hassasiyet göstererek hatırlattığı konular da başka bir-birçok yazının konusu olabilir. Dediği gibi bireysel-toplumsal yapılar, görünenden ya da aslında konuşulabilenden çok daha karışık. Bu yüzden ne tek bir kavram, ne de tek bir bakış ve tabi ne de tek bir yazı bu karışık yapıyı anlamaya-aktarmaya yetmez. O zaman daha çok yazmak (daha çok kişi, daha çok yazı) gerek sanki.

    Bu arada ilginç bir tesadüf, yazıyı okuduktan sonra, Terry Eagleton’un ‘Kötülük Üzerine Bir Deneme’ isimli kitabını incelerken, tam da doğal afetlerle ilgili bir sayfa çıkıverdi karşıma. Tabi el mahkum satın aldım. Aşağıdaki alıntı o bölümden. İfade biçimi çok hoşuma gitti, bu yüzden paylaşmak istedim:

    “Geleneksel felsefenin teodise diye bilinen bir dalı, etrafımızdaki anlamsızlığa bir açıklama getirmeye çalışıyor. Teodise’nin kelime anlamı –Tanrı’yı savunmak, haklı çıkarmaktır.- Oturup ağlamamızı gerektirecek kadar çarpık olan dünyayı meşrulaştırmaya çalışmamızın sebebi, görevlerini yerine getirmekte feci şekilde çuvallamakla suçlanan ve her nasılsa her şeyi sevdiği söylenen Tanrı’yı savunmak oluyor. Teodise, kötülüğün varlığını, Tanrı’yı müşkil durumundan kurtaracak bir şekilde açıklamaya çalışır.”

    Beğen

Yorum bırakın