Sineklerin Tanrısı’nı Otomatik Portakal Tedavi Edebilir mi?

Zaman: Gelecek. Sömürgeler üzerinde patlayan bir atom bombası hakkında saçma ve ilginç olmayan bir fantezi. Bir grup çocuk Yeni Gine yakınlarında bir vahşi yere düşer. Çöp ve sıkıcı. Manasız.[1]

1000x1000Bu sözler William Golding’e uluslararası bir ün ve Nobel ödülü kazandıran, yirminci yüzyılın tartışmasız klasikleri arasında yer alan Sineklerin Tanrısı roman dosyası için Faber & Faber Yayınevi’nde red yazısını yazan kişiye ait. Eğer dosya geleceğin efsanevi editörü Charles Monteith’in eline geçmeseydi belki de Faber & Faber’den de reddedilecekti. Genel eğilimlerin dışında kalan kimi yapıtın ve yazarın sıklıkla başına gelen bir durumdur zamanında anlaşılmamak. Golding’in romanı da bu türden bir yapıttır. Halen okunmakta ve tartışılmakta olan, insan doğasına dair çok önemli noktalara değinen romanın ilk reddedilişi değildir bu. Aynı yıl içinde başka yayınevlerince de müthiş bir hızla reddedilir Golding. Charles Montheith’in yayınevini de ikna etmesi pek kolay olmaz; satış müdürüne göre asla satmayacak bir kitaptır bu. Çok da haksız sayılmaz. İlk baskısı çok fazla ilgi uyandırmamıştır. Ancak belli bir süre sonra Amerika’da üniversite kampüslerinde ‘bir orman yangını gibi’ yayılır. Bu deyim Charles Montheith’e ait; kitabın ilk sunulduğu halinden bizim bildiğimiz versiyonuna dönüşmesinde çok büyük katkısı olan bir editördür. Üstelik Golding onun ilk yazarıdır. İlk işidir. Uzun bir nükleer savaş bölümüyle başlayan bu dosyanın ilk adı Strangers Within’dir ve editörüne çok iş düşmektedir.

Sineklerin Tanrısı’nın insan doğası hakkındaki genel inançlara ters düşen, devrimci bir yanı vardır. Hikaye ikinci dünya savaşının külleri henüz çok tazeyken yazılmıştır. İnsanlığın en uygar kesiminin kısa bir süre içinde arka arkaya yaşadığı bu iki savaşın yarattığı büyük yıkım ve ayrıca Auschwitz’deki Nazi toplama kamplarının, toplu mezarların, sistematik soykırımın ortaya çıkması modernliğin ideallerine duyulan güveni sarsmış, hemen her konuda aydınlanmanın öğretisi sorgulanır olmuştur. Sineklerin Tanrısı bu atmosferde yazılan diğer romanların aksine meseleyi farklı bir yerinden inceler. William Golding romanının temel düşüncesine ilişkin şöyle diyor:

“İkinci Dünya Savaşı’ndan önce toplumsal insanın mükemmelleşebileceğine inanırdım; yani doğru bir toplum yapısı iyi niyeti üretecekti; ve bu sayede tüm toplumsal hastalıkları toplumu yeniden düzenleyerek ortadan kaldırabilirdiniz. Bugün de benzer bir şeye inanıyor olabilirim; ama, savaştan sonra inanmıyordum çünkü inanamıyordum. Bir insanın diğerine neler yapabileceğini keşfetmiştim. Bir insanın diğerini bir silahla öldürmesinden, ya da bir bombayla havaya uçurmasından söz etmiyorum. Totaliter devletlerde yıllardır süregiden sözcüklerle ifade edilemeyecek o kötülükleri düşünüyorum. Şu kadar çok Yahudi’nin şu veya bu şekilde ortadan kaldırıldığını söylemek bile yeterince kötüdür (temizlendi, böyle derler, şık bir deyimle); ama o dönem öyle şeyler yapılmıştı ki bunları bir kez düşünmeye başladığımda eğer aklımdan kovamazsam fiziksel olarak hasta oluyorum. Bunlar Yeni Gine’deki kafatası avcıları ya da Amazonlardaki bir ilkel kabile tarafından yapılmadı. Bunlar büyük bir ustalık ve soğukkanlılıkla eğitimli insanlar tarafından, doktorlar, kanun adamları, arkalarında bir uygarlık geleneğini taşıyan insanlar tarafından yapıldı. Tüm o yılları yaşayan biri, insanın arının bal yapışı gibi doğal bir  şekilde kötülüğü ürettiğini anlamıyorsa ya kör ya da aklını kaybetmiş olmalıdır. İnsanın ruhen hastalıklı bir yaratılışı olduğuna inanıyordum ve yapabileceğim en iyi şey yarattığı uluslararası felaketle hastalıklı doğası arasındaki bağlantının izini sürmekti[2].”

coral island-thumbRomanın bizim hiç okuyamadığımız ilk versiyonu uzun bir üçüncü dünya savaşı anlatımıyla başlar. Bu savaştan korunmaya çalışılan bir grup çocuk özel bir uçakla sömürgelerin üzerinde uçarken bombalara hedef olur ama uçaktaki özel tüp kabinler sayesinde (romanın aslında bir bilim kurgu olduğunu hatırlayalım) ıssız bir adaya sağ salim inerler. Romanı basmak üzere yazarıyla görüşmelere başlayan Charles Montheith bir dizi değişiklik önerir. Bunlardan biri de girişteki o uzun savaş sahnelerinin atılmasıdır. Bu yüzden bildiğimiz Sineklerin Tanrısı çocukların adaya düşmelerinden sonra başlar. Burası cennet gibi bir yerdir. Çocuklar daha önceden okumuş oldukları Mercan Adası’na benzetirler burayı. Büyükler olmadan güzel zaman geçireceklerini bile düşünenler vardır içlerinde. Oysa bu romanda hiçbir şey o iyimser çocuk klasiğindeki gibi olmayacaktır. Romanın Türkçe baskısında, kitabı dilimize kazandıran Mina Urgan bu noktayı çok güzel özetler. Robert Michael Ballantyne tarafından 1857’de yazılan Mercan Adası’nda da üç İngiliz genci ıssız bir adaya düşer; bir süre yalnızbaşlarına yaşarlar, ardından yerlilerle temas ederler. Romanın özelliği İngiliz gençlerin gittikleri bu vahşi doğa parçasına kendi uygarlıklarını taşıyabilmeleridir. Hem bilgilerini hem de değerlerini beraberlerinde götürebilirler. Tıpkı kendinden yine yüz yıl önce yazılmış olan, James Joyce’un tipik İngiliz sömürgeci ruhunu gösterir dediği, Marx’ın Kapital’inde analizini yaptığı Robinson Crouse’da olduğu gibi burada da Avrupa aklının kazanımlarının vahşi doğaya taşınarak oraların da uygarlaştırılabileceği anlatılır. Evrensel doğrunun yolculuğudur bu. Oysa Sineklerin Tanrısı bu romanlara, özellikle de Mercan Adası’na verilmiş sert bir cevaptır.

lord-of-the-flies-28Bu sefer adaya üç değil, çok daha fazla sayıda çocuk düşmüştür. Ralph, Jack ve Piggy romanda öne çıkan karakterlerdir. Golding romanın girişinde çocuklara “Bir romanın içindeymişiz gibi… Hazine Adası gibi… Mercan Adası gibi…” dedirtmekle kalmaz, Mercan Adası’nın iki ana karakterinin adlarını da kullanılır: Ralph ve Jack. Ralph uygar dünyadaki değerleri adaya taşıyacak olan liderdir, Piggy ise bilgeliğe sahip karakterdir, Jack kötü liderdir. İktidarı ele geçirmek isteyen, demokrasi karşıtı bir karakter. Daha ilk sahnede taraflar belli olmaya başlar: Ralph’ın büyük bir deniz kabuğunu üflemesiyle toplanan çocuklar durum değerlendirmesi yapmaya girişirler. Deniz kabuğunu elinde bulunduran kişi konuşma hakkına sahip olsun, bu şekilde bir kargaşa olmaksızın herkes fikrini söyleyebilir der Piggy ve Ralph. Bu şekilde deniz kabuğu demokrasinin simgesi olarak romanda yer alır. Şimdi iki amaçları vardır; adadan kurtulmaya çalışmak ve bu belirsiz süre boyunca hayatta kalmak. Kurtarılmak için görünür olmaları gerekir, bu yüzden de büyük bir ateşyakmaya karar verirler. Öte yandan karınlarını doyurmak zorundadırlar. Başlangıçta iyi örgütlenmiş gibidirler. Ateşi Piggy’nin gözlük camını güneşe tutarak yakarlar; Jack’in önderliğindeki grup da ava çıkar. Adada yiyebilecekleri yaban domuzlarını avlamaktır amaçları.

Tamamen alegorik bir roman olan Sineklerin Tanrısı‘nda bilimsel aklı ve bilgeliği temsil eden Piggy şişman ve gözlüklüdür. Hatta gözlüklerini çıkardığı zaman önünü bile göremeyecek durumdadır. Eski masallarda da bilgeler hep kör olmazlar mı? Ancak burada Piggy eski masallardaki bilge değildir; bilimsel bir düşünce sistemi vardır, mistik olan başka bir karakterdir, Simon Sineklerin Tanrısı‘yla konuşan tek kişidir. Roman yazıldığı zamanın insan uygarlığının içine düştüğü çıkmazları insan doğası üzerinden açıklayan bir alegoridir.

Ralph ve Piggy’nin demokratik topluluğu çok kısa ömürlü olur. Çıkan ilk kavgada özgürce düşündüğünü söylemenin garantisi olan deniz kabuğu paramparça olur. Kırılan bir nesne değil bir ilkedir. Ava gidenler, Jack’in önderliğinde öldürmeyi öğrenirler. Avlanırken bir grup olmanın getirdiği o garip kolektif ruh durumunun aslında nasıl güçlü bir silah olduğunu kavrarlar. Avlanmanın kendinden geçiren bir tarafı vardır. Zavallı bir domuz yavrusunu çılgınca kovalamak, hareket halindeki ava dikkatini yoğunlaştırıp tüm kaslarını güçle dolduran, içgüdülerle ilgili bir eylemdir. Kişinin kendini güçlü bir varlık olarak hissetmesine hizmet eder. Dolayısıyla avlanan grup ateşi sürekli beslemeyi ihmal eder, belirsiz bir gelecekteki kurtuluş için çabalamaktansa avlanmanın keyfini çıkarırlar, ateş söner.

Öte yandan, özellikle geceleri korku ortaya çıkar. Özellikle küçük çocukların zihninde oluşan hayali canavarlar, gökten denizden, ormandan her yerden onlara doğru gelmekte gibidir. Bu korkuyla başa çıkmak için Piggy ya da Ralph’ın akılcı yaklaşımı yeterli olmaz. Çünkü canavar yok demek, mantıklı sözler söylemek çok temelden bir yerden çocukların benliğini saran korkuyu alt edemez. Korkuyu yenmek için korkutan şeyle özdeşleşmek, korkunçlaşmak gerekir. Etrafa korku salan güçlü bir cemaatin bir parçası olmak gerekir. İşte bu noktada Jack’in avcılarının keşfettikleri vahşi güdüler tüm topluluğu etki altına alır, Ralph ve Piggy yalnızlaşırlar. Değil İngiliz uygarlığını adaya taşımak, çok daha eski atalarının yaptığı gibi bir kült çevresinde ilkel bir topluluğa dönüşürler. Güçlerinin simgesi olarak öldürdükleri dişi bir domuzun başını bir sopanın ucuna dikerler ve bu şekilde adadaki canavarın onlardan uzak duracağına inanırlar. Bedenlerini boyarlar. Yüzlerine maskeler yaparlar. Artık çocuklar Jack’i değil, maskeyi izlemekte, maskenin temsil ettiği dile dökülmesi güç o garip iktidarın peşinden gitmektedirler. Olup bitenlerin korkunç bir yere doğru gittiğini görenler hiç bir şey yapamazlar. Ne bilim ne de dinsel olan engel olamaz savaşa! Bilimi simgeleyen Piggy’nin sözleri kimseyi ikna etmez. İşin ilginç yanı mistik önsezilere sahip Simon da gidişatı değiştiremez.

lof2

Simon, adada Sineklerin Tanrısı ile konuşabilen tek kişidir. Tahta çubuğa geçirilmiş olan dişi domuz başına bakarken Simon Sineklerin Tanrısı’nın sesini duyar. Ona kötülüğün içlerinde olduğunu fısıldar ses. Bu aslında Simon’ın sezgisidir. Bu arada Sineklerin Tanrısı antik Filistin’de tapılan eski tanrılardan biri olan Beelzebub’ın –ki Yeni Ahit’te Şeytan’ın adlarından biri olarak kullanılır- bire bir İngilizce çevirisidir. Doğrudan dini bir ifadedir. Bu açıdan bakıldığında da Simon peygamberi simgeler. Bir tür İsa simgesi olan Simon ve bilimsel aklın temsilcisi Piggy diğerleri tarafından öldürülürler. Romanın güçlü yanı, bu meseleyi iyi karakter – kötü karakter karşıtlığı üzerinden değil de grubun kendi korkularını yenmek için bir cemaat gücünü nasıl oluşturduğunu bir antropolog yansızlığıyla anlatmasındadır.

Golding öğretmenliği sırasında yaptığı gözlemlerden yola çıkarak yazdığı bu romanda çok temel bir insanlık durumuna işaret etmiştir: Kötülük. Kaynağı nedir? Beyaz bir kağıt gibi günahsız ve iyi olan çocuk kavramını sorgulamaya açmıştır. Çünkü romandaki çocuklar temelde kötü değildirler; sadece o şartlar altında, korku ve gerilim içindeyken, açlık ve güvensizlik içindeyken bu şekilde yönlendirilmeye son derece uygun hale gelmişlerdir. Korkularıyla başa çıkmanın yolu temel içgüdülerin tatmininden geçmektedir. Piggy ya da Ralph aklın, bilimin yolunu anlatmaya çalışsalar da topluluk bir kez korku tarafından ele geçirildikten sonra geri dönüşsüz bir şekilde vahşetin çağrısına uyacaktır. Ötekini kovalamak, hep beraber topluluğun gücünü ötekinin üzerinde denemek, korkunun kaynağı olarak varsayılan öteki üzerinde bir iktidar kurmak cemaatin tek çıkışı haline gelir. Bu topluluğun bir parçası olmak güven verir, o anda çocukların ihtiyaç duyduğu en önemli iki şeyden biridir. Diğeri de avla sağlanır; yiyecek et. Avlanan hayvanın etinin yenmesi bu döngüyü biyolojik olarak da pekiştirir. Romanın sonunda uygarlığa olan inancını hiç yitirmeyen ve bu yüzden de cemaatin en azılı düşmanı haline gelen Ralph için bir sürek avı başlatılır. Tam öldürülecekken kurtarma ekibi adaya varır ve kıyıya çıkan subay bir ayaklarının dibine yuvarlanan Ralph’a, bir de onu kovalayan yerliler gibi boyanmış çocuklara bakar ve “Oyun mu oynuyorsunuz? Mercan Adası gibi…” der. İronik bir şekilde Golding yeniden klasik romanın iyimserliğine atıfta bulunur.

Roman bir sosyal psikoloji deneyi gibi tasarlanmıştır. Yaşları beş ile on iki arasındaki erkek çocuklar kaynakların kısıtlı olduğu bir yerde dünyadan yalıtılırlar. İçlerinde bir yetişkinin olmayışı, hepsinin ergenlik öncesi bir yaşta olmaları, grubun tek cinsiyetten oluşması tamamen bir deney titizliği ile tasarlanmıştır. Cinselliğin devre dışı bırakılması iktidarın kurulması meselesine dolaysız bir bakış sağlar. Bu ne derece gerçekçi bir modeldir tartışılır tabii. Hemen bu türden sosyolojik felsefi düşünce deneyine örnek olarak verilebilecek çalışma bir başka Nobel ödüllü yazar Jose Saramago’nun Körlük adlı romanıdır. Şaşırtıcı bir fantastik roman olan Körlük’te birdenbire başlayan bir salgın hastalık sonucunda insanlar körleşmektedir. Toplum hastalıktan kendini koruyabilmek için körleşenleri tecrit eder. Bir tür hapishaneye kapatılan körler dünyadan tamamen yalıtılmış durumda kendi aralarında bir toplumsal hiyerarşi kurarlar. Yiyecek ve kadınların paylaşımını kurala bağlayan bir iktidar kurulur kısa süre içinde. Kötülük yine kendiliğinden ortaya çıkar; Golding’in deyimiyle arının bal yapması kadar doğal bir şekilde…

Lost-lost-11771833-1920-1080Yine de Sineklerin Tanrısı’nın çok başarılı bir düşünce deneyi olduğunu söylemek gerekir. Çünkü aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra aynı konu bu sefer yetişkinler için işlenecektir. Tüm dünyada bir fenomen olan, belirli bir izleyici kitlesini yıllar boyunca ekran başına toplayan LOST dizisi Sineklerin Tanrısı’ndan yola çıkacak ve birçok edebiyat eserine anıştırmalarla devam edecektir. O da bir ıssız adaya düşüş hikayesidir. Farklı uluslardan bir uçak dolusu insan adaya sağ salim düşerler. Tıpkı Golding’in romanında olduğu gibi nasıl yaşayacaklarını ve nasıl kurtulacaklarını planlamaya çalışırlar. Yine adada korkulacak canavarlar vardır, yine uğrunda mücadele edilecek bir iktidar meselesi vardır. Bin yıllara yayılan birçok gizemli olayın oluşturduğu olay örgüsü geçtiğimiz yüzyılda etkili olmuş onlarca edebiyat ve sinema yapıtlarına yapılan göndermelerle entelektüel bir oyuna dönüşür. Ama temel mesele hep aynıdır. İnsanların farklı toplumsal koşullarda nasıl olup da uygarlıktan bu kadar kolay vazgeçebildikleri sorusudur ortada duran. Çünkü bu bir türlü aşamadığımız bir insanlık durumudur. (LOST’un finaline ilişkin hayal kırıklıkları üzerine daha fazla bilgi için buraya bakabilirsiniz.)

Freud’dan beri insanın iç dünyasının karmaşasının farkındayız, kişinin kendisinin bile farkında olmadığı ‘onaylanmaz’ güdülerin etkisi altında olduğunu biliyoruz. Naziler ya da diğer korkunçlukları üretenler kadar sessizce boyun eğen, görmezden gelen hatta emirlere uyan geniş kitlelerin sorumlu olduğunu biliyoruz. Romanı daha ayrıntılı okuduğumuzda aslında doğası kötü diyebileceğimiz iki çocuk vardır grupta: Jack ve Roger. Onların dışındakiler, özellikle daha küçük olanlar korkuları tarafından esir alınmış boyun eğen yığınları simgeler. Grubun (cemaatin, sürünün) içinde olduklarında kendilerini güvende hissetmektedirler; grup onlara yiyecek, eğlence ve güvenlik sağlamaktadır. Bu grubun dışında kalmamak için çocuklar Jack’in söylediklerini yaparlar, onu izlerler ve hatta benimserler. Bu model iktidara kolaylıkla boyun eğen kitlelerin psikolojisini anlamakta işe yarayabilir. Çoğunluğa uyum sağlamanın nasıl mümkün olduğunu göstermek için çok basit sosyal psikoloji deneyleri yapılmıştır: göz göre göre en kısa çizgiye sadece diğerleri en uzun diyor diye en uzun diyenlerin oranı asla sıfır değildir; sadece deneyi yapan otorite figürü devam et dediği için karşısında acıdan kıvranan birine elektrik vermekte tereddüt etmeyenlerin oranı ise yüzde altmışların üzerindedir uygar batı dünyasında. Stanford’da yapılan ünlü hapishane deneyinde ise ‘gardiyanlar’ın kısa süre içinde sahip oldukları iktidarı nasıl kullandıkları ve deneyin çığırdan çıktığını şaşkınlıkla öğrendi dünya kamuoyu. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Çok değişik nedenlerden dolayı kitleler sağduyuyu bir tarafa bırakıp –kendi menfaatlerine uygun buldukları için- otoriteye uyum sağlamayı, güçlünün yanında olmayı, güçsüzleri ezmeyi tercih edebiliyorlar. Bu işin bir yönü…

Konunun diğer boyutu ise tüm bunların denetim altına alınması sorunudur. Kitlelerin davranışları bireylerin zayıflıklarıyla malulse eğer bu noktalar üzerine kurulabilecek denetim mekanizmaları da olabilir. Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels de bu gerçeği çok iyi bilen biri olarak ajitatif konuşmalarını ve Nazi propaganda stratejisini Alman halkının en alt seviyedeki güdüleri üzerine bina ediyordu: Irkçılık, yabancı korkusu, sınıf kıskançlığı ve güvensizlik. Müthiş bir toplum mühendisliği örneği olan Nazizim gücünü retorikten, törenlerden, simgelerden ve her zaman basitlikten alıyordu. Goebbels konuşmalarında halkın duygularını bir piyano gibi çalmakla övünüyordu; onları duygulandırıyor, coşturuyor, şarkılar söyletiyor, sloganlar attırıyor, and içtiriyor, öfkelendiriyordu. Sineklerin Tanrısı’deki gibi kitleler korkuları nedeniyle, güvensizlikleri ve hırsları nedeniyle onları mutlu eden bir grup davranışı içinde inanılmaz bir vahşete doğru doludizgin koşuyorlardı. Yahudilere saldırı ve yağma gecesinin de mimarıydı, modern sanat linçinin de… İşin acı yanı kendisinin başarısız bir yazar olmasıydı: Goebbels aslında romantik dönem draması üzerine doktorasını Heilderberg Üniversitesi’nde tamamlamış, Nazi partisine girmeden önceki uzun yıllar boyunca yayıncıların basmayı kabul etmediği romanlar ve kimsenin oynamadığı oyunlar yazmıştı.

url

Yaklaşık on yıl sonra yazılan başka bir roman, Otomatik Portakal insanın doğası meselesine bambaşka bir bakış açısı getirdi. Romanın kahramanı Alex sadistçe kötülük yapmaktan hoşlanır; hedefinde koltuğunun altına kitaplarla kütüphaneden çıkan savunmasız bir profesör ya da modern bir yazar ve karısı, ya da genç kızlar vardır. Kötülük yapmaktan zevk alır. Yaptıklarının kötülük olduğunun farkındadır ve üstelik bunun bireysel bir seçim olduğunu savunur. En azından iç monologlarından biz okur olarak bunları öğreniriz. Daha sonra yakalanır ve hapishanede bir deneye katılır. Bir tür koşullama ile sadist eylemler fiziksel olarak dayanılmaz tepkilere bağlanır. Böylelikle Alex artık kötülük yapamaz hale gelir. Artık toplumun içinde rahatça yaşayabilecek durumdadır: Ne zaman kötülük yapmak istese korkunç bir mide bulantısı ile yıkılır. Hayattan aldığı zevki yitirdiği için intihara kalkışan Alex’in hikayesi de bir düşünce deneyidir aslında. İnsanları kendi iradelerinin hilafına ‘iyi’ davranmaya zorlamak doğru mudur? Bir başka deyişle Sineklerin Tanrısı Otomatik Portakal ile tedavi edilir mi?

Elbette kolaylıkla cevabını bulabileceğimiz sorular değil bunlar. Ama en kötüsü artık aştık dediklerimizin dönüp gelmesi ya da hiç bir yere gitmeden zaten hep orada beklediklerini bize hatırlatmaları. Son vahşetin Auschwitz ile tarihe gömüleceğine inanlar geçen zamanla birlikte yeni savaşları, Avrupa’nın göbeğinde yaşanan trajik katliamları, yükselen aşırı sağı, radikal dinciliği gördükçe bu temel meseleye dönüp yeniden sorgulama gereği duyuyorlar. Demokrasi gerçekten mümkün mü?


[1] John Carey, William Golding: The Man Who Wrote Lord of the Flies, Free Press, 2009, s 157.

[2] William Golding, The Hot Gates, s. 85-86.

One Reply to “”

  1. İnanılmaz bir bakış açısı ve fikir sentezi ile yazılan şahane bir yazı. Takip etmeyi düşündüğüm ilk ve tek blog. Devamını diliyorum.

    Beğen

Yorum bırakın