Tanpınar’ın Trajikomiği: Acıbadem’deki Köşk

Acıbademdeki Köşk Tanpınar’ın en eğlenceli öyküsüdür. Toplumsal eleştirinin en renkli örneklerinden birini verdiği ve aradan geçen zamanla değeri daha da fazla anlaşılan edebiyatımızın en ilginç yapıtlarından biri olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün de en yakın akrabasıdır.

Acıbadem’deki Köşk Tanpınar’ın geçmiş hayatımız dediği Cumhuriyet öncesi döneme karşılık gelen çocukluk yıllarının bir anısı havasında anlatılır. Geçmiş zamanın anlatımı Tanpınar’da çok özel bir öneme sahiptir. Edebiyat eleştirmenlerinin her zaman işaret ettikleri kendine özgü mazmunlarıyla, benzetmeleriyle ve cümle kuruluşlarıyla Tanpınar kaybolup gitmiş bir büyüyü yeniden canlandırmak için yazar adeta. Geçmişi hatırlarken kuran ve kurduğunun farkında olan, üstelik tüm bu dille geçmişi inşa ederken bir yandan da kendi psikolojisini araştıran bir dildir Tanpınar’ınki. Acıbadem’deki Köşk’ü çocukluk algılarıyla yeniden kuruluşu sırasında kullanılan dil bir süre sonra anlatıcının öykü evrenindeki karakterlerden biri olmaktan çıkıp Tanpınar’ın kendisine yaklaşmasına neden olur:

“O yıllarda bu evde misafir kaldığımız vakitler ben onun bol aynalı, ağır koyu perdeleri yarıya kadar inik, eşyası bir saray müşiri kadar yaldızlı ve kordonlu odalarında çocuk muhayyilemi bir sarhoşluk gibi saran ilk korku ürpertilerini, o her şeyin kendiliğinden bir masal olduğu anları tatmıştım.” (…) “Sonra yengemin yarım baş ağrıları başladığı zaman yukarıya odalardan birine çıkar, evin bu saatlerde büründüğü o garip sessizlik içinde, büyük, ağır gölgeli, bazen derinliklerine Karacaahmet serviliklerinden sızan akşamların tortulandığı aynalara bakarak kendime masallar uydururdum. Aşağıdan arasıra Derviş beni hatırlar, tatlı tatlı kişner, ben yukarıda bu dostluğun hatırasıyla zengin, kendimi sonu bu aynalardan birinin içinde kaybolmağa benzeyen hulyalara bırakırdım.”
Masalla gerçeğin içi içe geçtiği çocukluk günlerinin zihinsel durumunu özleyen bu satırların yarattığı bir şefkat duygusudur: Tanpınar’ın o geçmiş hayatımız dediği günleri sevgiyle hatırlama metinden okura doğru yayılan bir ortak kültür mahiyetini kazanır. Bu Tanpınar’ın bir yönüdür. Hemen hemen tüm yazdıklarının ana hammaddesini oluşturan tılsımlı ‘geçmiş’tir bu. Ancak bu ‘geçmiş’ bir nostaljiden öte bir psikolojik duruma karşılık gelir ki daha ayrıntılı bir irdelemeyi hak eder. Belki bunun izini diğer hikayelerini ve romanlarını okuyarak yapabiliriz. 602. Gece’de Geçmiş Zaman Elbiseleri öyküsü merkezinde özellikle Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanına yoğunluklu olarak bakarak bu tür bir okuma yapmaya çalışmış, Tanpınar’ın kadın karakterleri ve yazdıklarındaki aşk temalarından hareketle bu ‘geçmiş’ denilen tılsımın ‘kayıp anne’ olduğunu işaret etmiştim[1]. Ancak Acıbadem’deki Köşk’ün vurgusu psikolojik olmaktan çok kültüreldedir.
Acıbadem’deki Köşk’ün baş kişisi icatlara düşkün Sani beydir. Özellikle mekanik çağ diyebileceğimiz dönemin kendi garajlarında ya da evlerinin bir odasında icatlar yapma meraklılarının bir örneğidir Sani bey, ama tek farkla o bir Osmanlı’dır, İstanbul’da yirminci yüzyıl başlarında yaşamaktadır ve bu nedenle aklının içi karmakarışıktır. Filmlere ve kitaplara sıklıkla konu olan bu mucit tipi zaman zaman bir gülmece unsuru olarak karşımıza çıkar ama Batılı örneklerinde daha çok ‘bağımsız aydın’, ‘hakkı yenmiş dahi’, ‘zamanın ötesinde bir zeka’ olarak da taltif edilir. Oysa Tanpınar’ın öyküsündeki Sani bey yazarın tüm şefkatli diline rağmen son derece olumsuz bir noktadadır. Bu durumu incelemek Tanpınar’ın Cumhuriyet’in modernleşme projesi hakkındaki tavrı konusunda da zihin açıcı olacaktır.
İcat meraklısı Sani beyin yaptıkları, yol açtığı olaylar bir trajikomiği anlatır: Artık, Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanındaki modernlik öncesi döneme ait o eczanenin arka odasında simya deneyleri yapan araştırıcılar yerlerini çok daha modern tekniklerle çalışan Sani beye bırakmışlardır. Artık amaç büyüyle bilimi birbirine karıştırarak maddi ve manevi bir çıkış aramak değildir. Tam tersine amaç son derece pratiktir: Batı’nın gelişmiş ülkelerinin yaptığı gibi bilimi ve teknolojiyi kullanarak gündelik hayatı kolaylaştırmaktır. Örneğin Sani bey musluklarından soğuk ve sıcak suların akması beklenen modern bir banyo tasarlar. Ancak gerek bu işi meslekten bilen biri olmaması, gerek farklı estetik kaygılar gütmesi ortaya bir garabetin çıkmasına neden olur. Evin iç tasarımı da ayrı bir komedidir. Gerçi bu komiğin nedenleri de çeşitlidir. Yangın merdiveninin bulunması, dış kapılar sıkı sıkıya kilitlenirken Sani beyin en emin yer olarak bellemiş olduğu alçak duvarlı bahçeye her zaman ulaşılabilmesi için mutfak kapısının açık bırakılması gibi tuhaflıklar aslında yangın ve deprem gibi olaylara karşı önlem almak gibi dönemine göre öncü sayılabilecek bir zihnin ürünleriyken evin içini Esher’vari bir şekilde saran merdivenler bizi bambaşka bir noktaya sürükler:
“Mesela bu köşkte, başka evlerde olduğu gibi merdivenlere tek bir kafes içinde çıkılmazdı. Annemin dayısı hırsız korkusundan her katın merdivenini evin ayrı bir cihetine yaptırmıştı. Böylece evin sokak kapısının yanından en üst kata, sağ taraftan ikinci kata çıkılır, sol taraftan zemin kata inilirdi. İkinci kattan üçüncü kata çıkmayı aklına getiren talihsiz, evvela alt kata inecek, oradan üst kata çıkacaktı. Daha gücü, bu merdivenlerin daima sıkı sıkıya kapalı kapılarının yanıbaşında kendilerine benzeyen ve o kadar süslü, yaldız zırhlı, tahtası fevkalade cilalı iki üç dolap kapısı bulunmasıydı. Böylece ev halkı bile bilhassa o elektriksiz zamanlarda akşam saatlerinde bu merdiven kapılarını şaşırabilirlerdi. Evden olmayanlar ise onları bulmak için epeyce vakit kaybeder, güçlük çekerlerdi. Buna mukabil üst üste odaların çoğu birbirine yük dolaplarında gizlenmiş dar merdivenlerle bağlıydı. Böylece üst kat sofasında yolunu şaşıran bir hırsız, sağ tarafta bulunan dayımın kayınvalidesinin odasının gizli merdiveninden büyük kolaylıkla dayımın her zaman yatağında ve başı duvara dönük yatan annesinin odasına inebilirdi.”
Modern Türk Edebiyatı’nın kadim konularından biri konaktır; yıkılan, yakılan, kaybedilen, satılan, eski yaşayışın, Osmanlı’nın, geçmişteki kültürün tasviyesini simgeleyen köşkler, konaklar, evler… Ev, dağılan, bozunan ailenin mekanı olarak anlatılır. Tanpınar da yazdığı dönemler itibariyle roman ve öykülerinde, konakları, yalıları ve köşkleri kullanır. Örneğin Yaz Yağmuru’unda esrarengiz bir şekilde çıkıp gelen delimsirek kız yangında yok olmuş bir konağın eski sakinlerindendir. Bir tür hayalet gibi çıkıp gelir, bir esin perisi, hatta bir çeşit yasak aşk başlangıcı. Hikayenin içinde anlatılan ikinci hikayededir yanan konak. Asıl olan hikayeyi dinleyen, hikayeden etkilenen Sabri’dir yani bugünde, yanmış konak üzerine yapılmış yeni evde yaşayan bir yazardır. Yaz yağmuruyla gelen kız çoktan ölmüş gitmiş bir başka kadının elbiselerini giymeye zorlanmış, bir başka kadının yerine geçmek zorunda kaldığı için ruh sağlığını yitirmiş adsız bir aracıdır. Bir tür ‘kayıp anne’ tezahürü olduğunu not etmekle yetiniyorum. Çünkü Acıbadem’deki Köşk bağlamında Yaz Yağmuru’nda işaret etmek istediğim Sabri’nin içinde yaşadığı ‘yeni ev’dir. Yaz Yağmuru’ndaki yeni bir evdir. Yanıp yıkılmak suretiyle yok olmayacaktır. Ancak Sabri bu gizemli genç kadına kalbini kaptırıp da baba evine tatile gitmiş olan karısı ve çocuklarını aldatırsa dağılacaktır aile. Ancak böyle bir şey olmaz, yaz yağmuruyla gelen gizemli genç kadın hikayesini anlatıp gider. Geçmiş olması gerektiği yere döner. Yeni ev, yeni hayat sapasağlam ayaktadır. Acıbadem’deki Köşk ise eski hayatımızdan getirdiğimiz ve dönüştürdüğümüz bir evdir. Bir tür sürekliliği vardır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında olduğu gibi saçmanın cisimleşmiş hali değildir; ama habercisidir.
Edebiyatımızda örneklerini çokça gördüğümüz mahvolan konaklardan çok farklı bir evle karşı karşıyayız. Özellikle de evin içindeki merdivenler, çeşitli amaçlarla gerçekleştirilmiş tadilat ev içi alanın yeniden tanziminde yoğunlaşmıştır. Belki de modernleşmenin özel alanda kendini hissettiren değişim rüzgarının Tanpınarca ifadesidir bu; öyle ya Sani bey tamamen Batılı bilimsel düşüncelerin etkisiyle girişmiştir bu ev içi yaşantıyı kaosa sürükleyen icatlara! Ev yıkılmamıştır ama ne Batı’da ne de Doğu’da bir örneği olmayan bir ucubeye dönüşmüştür.
Türk Edebiyatının kadim konularından biri dağılma ve çözülmeyse bununla hep beraber giden ikinci konu da Batılılaşma’nın etkileridir. Çoğunlukla iki konu üst üste biner: Batılılaşma ahlaki yozlaşmaya neden olur, yozlaşmanın sonu dağılma ve yıkılıştır. Acıbadem’deki Köşk bu açıdan bakıldığında da farklı bir yerde durur. Birincisi, Acıbadem’deki Köşk öyküsünün evreninde Türkiye’nin geleceği Batıdadır. Raci Tıp fakültesini bitirecektir, evlerde banyolardan sıcak soğuk sular akacak, yollarda otomobiller ve motosikletler dolaşacaktır. Sani bey ve onun kuşağı arada kalmıştır. Arada kalmayanlar geçip gidecek ve modern Türkiye tam anlamıyla Batılı bir ülke olacaktır. Bu çıkarımı yapmama neden olan satırlar aslında Tanpınar’ın acımasız bir toplumsal eleştirici olduğunu Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde örnekleyeceği kaleminden çıkmıştır:
“…büyük dayım hakiki icat dehasıyla doğmuştu. Ona göre işleyen insan kafasının üç büyük gayesi vardı: İcat, ıslah, tadil.
Fakat bu üç kategori birbirinden o kadar kat’i surette ayrılmazdılar. Tadil ve ıslah yolu ile icat kabil olabileceği gibi, ıslah yolu ile tadil, tadil yolu ile ıslah da kabil ve tavsiyeye şayandı. Eski inşa ile gençliğinde yazdığı küçük mekanik risalesinde –galiba tek cümleden ibaret olan bu yirmi sahifelik risaleye son senelere kadar Sahaflar’da tesadüf etmek kabildi- dayım bu nazariyesinin bir nevi felsefesini yapmıştı.
Filhakika eski tasavvuftaki vahdeti vücuttan işe başlayarak cisimlerin ve şekillerin aslındaki birliğine geçiyor, ve oldukça karışık bir  ayniyet nazariyesinden sonra mihanikin dayanması lazım geldiği terakki fikrinin belli başlı esaslarını anlatıyordu. Ona göre kainatta her şey fonksiyon ve mahiyet değiştirebilirdi. Bu umumi saadete hizmet için elzem bir çalışma idi. İcat etmeliydi; esas bu idi.”
Tasavvuf ile icat fikrini birleştirme çabasındaki Sani beyi aslında bir kara mizah karakteri yapan bu satırların her dönemde Tanpınar okurlarınca aynı şekilde okunduğundan emin olamıyorum ne yazık ki… Kimi zaman buradaki ironinin anlaşılmadığı ve yazılanlar ilk anlamlarıyla okunarak buradan bir sentez fikrinin doğduğunun bile düşünüldüğüne tanık olduğum için bu şekilde bir vurguya gerek duyuyorum. Oysaki Tanpınar açık bir şekilde bu iki dünyayı birleştirmeye çalışan zihniyeti alaya alıyor. Birçok icat Batılılar tarafından çoktan yapılmış olduğu için bu icatları tadil veya ıslah ederek yeni icatlara varmak ilkesinden hareketle Sani Bey’in bisikletten evrimleştirdiği atlı arabasıyla tam bir komedi yaratıyor üstelik bununla da yetinmeyip kendi icadı olan mekanik banyoda sıcak suyla haşlanarak ölümüne kadar işi vardırıyor. Tanpınar’a göre tasavvuf ile teknolojik gelişmeyi bir araya getirmek ancak eski zaman simyacılarının yaptığına benzer, ucubik sonuçlar doğurur. Bu eleştirinin Türkiye’nin Batılılaşma macerasına getirilen önemli bir katkı olduğunu söyleyebiliriz. Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabında son derece ayrıntılı bir şekilde anlattığı gibi bu coğrafyada modernleşme “Batı’nın sadece tekniğini alalım” şeklinde bir niyetle özetlenecek muhafazakar bir süreçten geçmiştir. Osmanlı-Avrupa ilişkilerinde uzunca bir süre kendi uygarlığını üstün gören Osmanlı’nın askeri ve ekonomik alanda yenilgiye uğramasının yarattığı travmadan bir türlü kurtulamamasının bir ürünüdür bu niyet. Aslında muhafazakar bir ilerlemecilik modelidir. Sadece işimize yarayacak olan tekniği alalım ama diğer değerler söz konusu olduğunda muhafazakar davranalım yaklaşımı bir tür kendini koruma refleksi ile cehaletten kaynaklanmaktadır. Berkes’e göre dönemin Batı hayranı aydınları bile aslında Batı düşüncesinin temellerini bilmiyordu. Bu yüzden de idealleştirdikleri dışardan gördükleri tek boyutlu ve tabii ki gerçek olmayan bir Batı imajıydı. Ayrıca tüm teknik gelişmişliklerine karşın bizim yüksek manevi değerlerimizden bihaber oldukları için ruhsal olarak da geri olduklarını düşünmekte, Doğu ile Batı’nın birlikteliğinden bizim de onlara manevi değerlerimizi aktarabileceğimiz gibi hayaller kurmaktadırlar. Oysa modern dünyanın kültürü bir bütündür. Batılılaşma farklı reyonları arasında gezinerek alış veriş sepetini doldurur gibi değerleri ve düşünceleri seçerek alabileğiniz bir market gezisi değildir ne yazık ki. O yüzden de Acıbadem’deki Köşk’te Tanpınar’ın alaya aldığı bu zihniyettir: Doğu felsefisi ile Batı düşüncesini, dinsel olanla bilimsel olanı yararcı bir zihniyetle bir potada eritmeye çalışan aydının komedisidir.
Tanpınar, Doğunun Batı ile bu şekilde ilişkilendirilmesinin ancak trajikomik bir sonuç vereceğini Acıbadem’deki Köşk’te bir öykü yoğunluğunda verirken Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bir romana yayacaktır. Orada da tam anlamıyla modern bir dolandırıcı olan Halit Ayarcı’nın Doğu’ya özgü bir zaman fikrinden yola çıkarak Batılı anlamda bir bürokratik aygıt yaratmasının komiğini gösterir. Batılı üstyapısal aygıtların doğrudan ithalinin eleştirisi olarak da okunmuştur bu roman, tek parti dönemi Cumhuriyet rejiminin hicvi olarak da. Her dönem yeniden okunabilecek bir roman oluşu evrensel bir temaya değinmiş olmasından kaynaklanır.
Bunca toplumsal kültürel hiciv içermesine rağmen öyküyü bitirdiğimizde Sani beyi yine de şefkatle hatırlarız. Çünkü ondaki tüm bu hasletlerin çocukça bir araştırıcı ruhtan kaynaklandığını hissederiz. Evet komik duruma düşülmüştür ama bunda yine de sahici bir yan ve bir samimiyet vardır. Bu samimi ve çocuk kalmış aydın tipi ileride Oğuz Atay’ın romanlarında yeniden karşımıza çıkacaktır ancak Atay’ın evreni Tanpınar kadar umutlu değildir. Çünkü Tanpınar’ın yapıtlarında her zaman Batılı anlamda eğitim gören aklı başında, tüm bu doğu-batı sentezlerine, arada kalmışlıklarına yüz vermeyen ideal karakterler vardır. Acıbadem’deki Köşk’te Raci tıp okumaktadır; Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Ahmet yine tıp okumakta ve babasının içinde bulunduğu düşüşten uzak durmaktadır; bir anlamda geleceğin garantisidir. Tanpınar bu eserlerinde ciddi bir toplumsal eleştiri getirir ancak Türkiye’nin asla modernleşemeyeceği gibi bir karamsar noktaya sürüklenmez. Burada Tanpınar’ın işaret ettiği modernliğin Doğu kültüründe kökeninin olmadığıdır. Modernleşilecekse –ki Tanpınar’a göre bu kaçınılmazdır- Batı’nın tüm kurumlarını benimseyerek olacaktır bu: Modern eğitim kurumlarıyla, bilimle, sanatla… Eski kültürden gelenler de geçmişimizdir, geçmişte kaybettiğimiz sevgilidir, ‘kayıp anne’dir, ruhumuzun derinliklerinde olandır, kalbimizdir ve ne yazık ki orada da kalmaya mahkumdur.

[1] 602.Gece, Kendini Fark Eden Hikaye, Can Yayınları, 2009.

6 Replies to “Tanpınar’ın Trajikomiği: Acıbadem’deki Köşk”

  1. >Tanpınarı ayrıntılı olarak tanımak isteyenler için çok güzel bir yazı. Hem onu dah iyi tanımak isteyenlere hem de edebiyata yaklaşmak isteyenlere de blog'unuz çok iyi gelecektir diye düşünüyorum. Fırsat buldukça ziyaret edilmeli….

    Beğen

  2. >Sempozyumda yaptığınız konuşma metnini okuyunca gençlik yıllarımda okuduğum Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kitaplarını tekrar okumalıyım diye düşündüm.Akıcı ve tanıtıcı bir konuşma olmuş,teşekkürler.Sevgiyle kalın…

    Beğen

  3. >İki kere Ubor-Metenga'sını dinledim ama bu yazıyla zihnimde integrali alınmış oldu. Teşekkürler.Not. Copenhag'da kaldığımız otelin Tanpınar'ın öyküsündeki bu merdiven tasarımına benzer bir güvenlik sistemi vardı. İki ayrı aile farklı katlarda kaldık ve birbirimizin odasına gitmek için lobiye inip resepsiyondan yardım alıp tekrar çıkmak gerekiyordu. Keza biz onların odasındaysak ve restorana çıkmak ya da kendi odamıza gitmek istiyorsak yine önce lobiye inmek gerekliydi. Yakalamaç oynamak için ideal bir otel aynı Acıbadem'deki Köşk gibi… Güvenlik sistemini tasarlayanlar öncesinde Tanpınar okumuş olabilirler mi?

    Beğen

  4. Kaleminize sağlık, sevdiğim bir Tanpınar hikayesi hakkında güzel bir yazı olmuş. Nedense Puslu Kıtalar Atlası ve Kitab-ul hiyel’i okurken aklıma vu hikaye gelmişti.

    Beğen

Yorum bırakın