Yeni Kitap: NİSYAN 12 Şubat’ta çıkıyor…

nisyankapakHiç kimse kaybolmak istemiyor bu karanlık denizde, ama bu deniz son, hatta tek hakikat. Geminin sulara gömülmesinden önceki anların tasavvuru her zihnin kaçınılmaz meşguliyetidir. Sonucu belli bir meşguliyettir bu, bir gün bitecektir. Ama edebiyatta ölüme giden yolu, ölüm ânını ve ölümün kendisini düşünen karakterler ölümsüzlüğün ta kendisidir.

Murat Gülsoy Nisyan’da bunu yapıyor, ölümü ölümsüzleştiriyor. Alışılmadık bir Gülsoy kitabı bu, müthiş çekici ve sarsıcı. An be an karanlık denizin sularına batan, giderek parçalanan bir aklın girdaplarını ve karanlık denizi dalgalandıran sonu, edebî bir şiddet olarak gözlerimizin önüne seriyor. Doğduğumuz an o karanlık denize adım atmış olduğumuzu ve ömür denen geminin önünde sonunda sulara gömüleceğini biliyoruz. Murat Gülsoy bu bilgiyi edebiyatın doruğuna çıkarıyor.

Fotomontaj Tabut: Geçmişi Kontrol Eden Bugünü de Kontrol Eder

Bu iki fotoğrafı ilk olarak Gelişim Yayınları’nın Türkçe’ye kazandırdığı bir ansiklopedide görmüştüm. Sanırım orijinali Oxford Yayınlarındandı. Tarih ve Toplum cildinin girişinde bu iki fotoğraf basılıydı. Henüz ne Lenin’i, ne Troçi’yi biliyordum; ne de Sovyetler Birliği üzerine geniş bilgim vardı. Soğuk savaş yılları bir biçimde sürüyordu. Galsnost’a da, 1984’e de çok vardı. Giriş yazısında bu fotoğraflardan yola çıkarak tarihin nasıl tahrif edilebildiğini ve bunun ne kadar önemli sonuçları olabileceğini anlatıyordu. Çocuk olmama rağmen tarihin kurgulanabilir bir şey olduğunu anlamıştım ve bundan da şiddetle rahatsız olmuştum. Çünkü hayatımın aydınlanma dönemini yaşıyordum, harçlıklarımı biriktirip bana hakikati anlattığına inandığım ansiklopedileri fasiküller halinde alıp büyük bir iştahla okuyordum. Rahatsız olmuştum ama aynı zamanda, tarihin gizemlerle ve kurgularla dolu heyecanlı bir yer olduğunu da derinden hissetmiş olmalıyım. Aksi takdirde kurmacaya ilgi duymazdım sanıyorum.

Üstteki fotoğrafa dikkatle bakıldığında Lenin’in konuşma yaptığı kürsünün bize göre sağ tarafında iki kişi daha görünüyor, Bolşevik Devrimi’ni Lenin’le birlikte omuz omuza yapan liderlerden Troçki ve Kamanev. Her ikisi de daha sonra Stalin ile fikir ayrılığına düşecek ve Troçki sürgünde bir suikast sonucu Kamanev ise 1936’da yargılanarak öldürülecektir. İşin en tüyler ürpertici yanı, Kamanev hiç yaşamamış gibi tarihten silinecektir. Oysa Kamanev 1917’de kısa bir süre de olsa Devlet Başkanı olarak görev yapmış ilk kişidir! Ama yukarıdaki fotoğraflarda görüldüğü gibi tarihe yapılan “küçük” dokunuşlarla Lenin’in konuşma yaptığı kürsü uzatılmış, Troçki ve Kamanev kürsünün tabuta benzeyen tahtalarının altına gömülmüştür.

“Fotomontaj Tabut: Geçmişi Kontrol Eden Bugünü de Kontrol Eder” okumaya devam et

İki Lolita: Bilmeden Çalma Vakası mı?

Yıllar önce başıma gelmişti, halen de ne vakit yeni bir öykü ya da roman yazmaya başlasam aynı korkuyu duyarım: aklıma gelen “parlak” fikri daha önce bir yerde okumuş ve sonradan unutmuş olabileceğim korkusu. Bir keresinde sayfalarca aldığım notların daha sonra Paul Auster’ın bir romanının özeti olduğunu fark etmiştim örneğin. İnsan çok feci şekilde yıkılıyor böyle zamanlarda. Hem o parlak fikri kaybetmiş oluyor hem de bundan önce yazmış oldukları hakkında da bir kuşkuya kapılıyor. Bu duruma psikolojide kriptomnezi (cryptomnesia) deniyor.

Edebiyatta bunun en çarpıcı örneklerinden biri Nabokov’un Lolitası’dır. 1955 yılında yayımlanmış olan roman bir edebiyat öğretmeninin pansiyoner olarak yerleştiği evin kızına tutkulu bir aşkla bağlanmasını, bu uğurda hiç hoşlanmadığı halde kızın annesi ile evlenmesini ve “şans” eseri annenin ölümünden sonra kızla sapkın bir aşk ilişkisi yaşamasını konu alır. Edebi göndermeler ve oyunlarla dolu olan eser bazılarına göre hayasız bir hikaye, erotik motiflerle süslü bir romandır kimilerine göreyse Nabokov’un yaptığı Dostoyevski, Kafka çizgisinde gerçeküstücü bir ironidir. Bu kadar tartışılan bir eserin kaynakları da hep inceleme konusu olmuştur. Gerçek hayattan kimi hikayeler hatta Charlie Chaplin’in ikinci karısı Lillita Grey’le ilişkisi (isim benzerliğine dikkat) öne sürülmüştür Lolita’nın ilham kaynakları olarak. Nabokov çok farklı bir hikaye anlatır Lolita’nın fikrini nasıl bulduğuyla ilgili olarak: Bir gün gazetede bir haber okur. Fransa’da doğa bilimleri müzesindeki araştırmacılar bir maymunu resim çizmeye zorlamışlardır. Maymun eline tutuşturulmuş kömür parçasıyla kafesinin parmaklıklarını resmetmiştir ilk olarak. Bunu okuduğumda, der Nabokov, Lolita romanının hikayesi düştü aklıma.

Oysa ikibinli yılların başında Micheal Maar imzalı bir kitap yayımlandı, adı The Two Lolitas ve de çok ilginç bir sırrı ifşa ediyor. Lolita’nın birebir hikayesi 1916’da Heinz von Lichberg imzasıyla Almanya’da yayımlanmış. Üstelik öykünün adı da Lolita! Maar Nabokov’u aşırmacılıkla suçlamıyor ama bu öyküyü yıllar önce okuyup unutmuş olabileceği ve sonra da kendi fikriymiş gibi yeniden keşfederek yazmış olabileceğini söylüyormuş. Bir başka deyişle tipik bir kriptomnezi vakası olmaya aday görünüyor Lolita! Ama kendi adıma şunu söyleyebilirim: Nabokov iyi ki Lolita’yı yıllar önce okumuş olduğunu hatırlamamış! Yoksa dünya edebiyatı bir başyapıttan mahrum kalacaktı. Kaldı ki bir sanat yapıtı sadece bir fikirden, konudan ya da teknikten ibaret değildir.