Dr. House: 21. Yüzyılda Akla Dönüş

Bu yıl gösterime girmesi beklenen Next People adlı televizyon dizisinin yazarı Salman Rushdie, günümüzde televizyon dizilerinin, düşünceleri iletme ve hikaye anlatma konusunda, romanların ve filmlerin yerini alma yolunda olduğunu söylüyor. Çok da haksız değil, günümüzde sinema sektörü çok farklı bir kanalda ilerliyor. Yapımcıların 300 milyon doları bol bol özel efektli ve aksiyonlu bir çizgi roman uyarlamasına yatırmaları işten bile değil ama Geceyarısı Çocukları gibi bir romanı sinemaya aktarmak için gereken devasa bütçeyi hiç kimse aklından bile geçirmiyor, diyor Rushdie. Düşünsel yanı yüksek bir sinema filmiyle gişe yapılması neredeyse imkansız. Özellikle Amerikan izleyicisinin sinemaya gitme yaşı 12-18 aralığına çekildiğinden beri belirli konulara ve basit anlatımlar içine sıkıştı sinema endüstrisi. Sinema salonlarında vizyona giren ana akım filmlerde umduğunu bulamayan yetişkin izleyiciler evlerindeki yüksek çözünürlüklü televizyon ekranlarının karşısına geçip farklı platformlardan dizi izlemeye başladı. Bu yüzden de sinema filmleri her geçen gün Amerikan ergenlerinin zeka ve beğenisine göre aşağı doğru inerken televizyon dizilerinde şaşırtıcı bir çeşitlilik göze çarpıyor. Çağdaş dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olan Rushdie, The Sopranos, Madmen gibi geniş kitlelere ulaşmış ve aynı zamanda da nitelikli televizyon dizilerinin kendisine cesaret ve ilham verdiğini söylüyor. Gerçekten de, sansür kurallarını hiçe sayan bu yapımlar, televizyon dizilerine farklı bir gözle bakılmasına yol açıyor.

“Dr. House: 21. Yüzyılda Akla Dönüş” okumaya devam et

LOST’un Yaratıcısının Gizemli Kutusu

(Subtitle’a tıklayarak Türkçe altyazıyı seçebilirsiniz)
LOST’un yaratıcısı J.J. Abrams’ın konuşmasının her cümlesinden elbette ilham alınacak çok şey var. Beni etkileyen konuşmasının içeriğinden çok anlatma şekli oldu. Bir stand-up komedyeni gibi esprili, hızlı ve çok kanallıydı. Tek kişilik gösterilerin en zor kısmı bu olsa gerek. İzleyicinin algısını zorlamak ve aynı zamanda anlaşılır olmak. Abrams her hangi bir yaratıcı sanatçı olarak TED Talks’un konuğu olmamıştı ve bunun çok iyi farkındaydı. LOST gibi bir kült dizinin yaratıcısı olarak izleyicinin karşısındaydı. Yıllar boyunca müthiş bir merakla ekran başına dünyanın en dinamik izleyici kitlesini bağlamayı başarmıştı. Bunun sırrı neydi? Bu sorunun cevabını duymak isteyen bir izleyicinin önüne çıkmıştı.

Mad Men’de Sonsuzluğa Düşüş

>

Mad Men son yıllarda çekilmiş en ilginç televizyon dizilerinden biri. Altmışlı yıllarda NewYork’ta bir grup reklamcının başından geçenleri konu alan dizinin ciddi bir izleyici kitlesi var. Bu da tıpkı LOST gibi belirli bir alt kültür oluşturan dizilerden. Karakterlerin iç dünyalarındaki çelişkileri vermekteki gerçekçiliği, zengin hikayelerin kurguları, alışıldık dizi kalıplarının dışında farklı anlatım biçimlerinin denenmesi, bir dönem filmi olmasının gereklerini müthiş bir sanat yönetimi ile yerine getirmesi Mad Men‘i özel bir yere koyuyor izleyicilerinin gözünde. Ayrıca bir özelliği daha var Mad Men‘in. Sağlıklı yaşamın neredeyse tek amaç haline geldiği içinde yaşadığımız ikibinli yıllarda kendimize yasakladığımız ne varsa o günlerin insanları şuursuzca sonuna kadar yaşıyorlar: Herkes hiç durmadan (hamileler bile) sigara içiyor, hemen her saat sıkı içki tüketiliyor, yağlı ve ağır yiyecekler özellikle tercih ediliyor, günübirlik cinsel ilişkiler yine sınırsızca yaşanıyor. Anne-babalar çocuklarına sinirlendiklerinde tokadı patlatıveriyorlar. Tüm bunlar günümüz sağlıklı yaşam kültünün etkisindeki bizler için çılgınlıklar lunaparkı gibi. Ama bunlarla da sınırlı değil Mad Men‘in dünyası: Cinsiyetçiliğin, ırkçılığın, her türden ayrımcılığın doludizgin yaşandığı maço bir ortam söz konusu. Ama tüm bunlar çok ince bir çizgide yansıtılıyor. Bu değerler içinde akıp giden hayatın tam da bu nedenlerle insanları nasıl mutsuz ettiğini hikaye ediyor. Yoksa bunların yüceltilmesi söz konusu değil.Severek izlediğim Mad Men’den burada söz etmemin nedeni

“Mad Men’de Sonsuzluğa Düşüş” okumaya devam et

Being There vs Truman Show

Being There‘i ilk izlediğimde de Chance karakterinin filmin sonunda bilgelikten ermişliğe geçişinden rahatsız olmuştum. Sonradan romanı okuyunca aydınlanmıştım: Özgün hikâyede Chance hem yüzeysel, hem zekası yavaş, hem de fırsatçıdır. Sonunda ermiş falan da olmaz. Roman eleştireldir. Düzen böylelerini tercih ettiği için yükselir. Düzgün fiziği, sessizliği, konuştuğu zaman sadece bahçecilik üzerinden verdiği neredeyse ‘mistik’ kısa söylevler yeterli olmuştur. Çünkü o bir eve kapatılmış, tüm dünyayı televizyondan izleyerek öğrenmiştir. Adeta bir düşünce deneyi. Gerçekte yapılması etik olarak mümkün olmayan deneyler (Yasak Deney). Salt izleyendir Chance. Bir anlamda vahşidir. Hayvanlar tarafından büyütülmüş vahşi çocuk efsanelerini hatırlatan bir yanı vardır. Ama onu büyüten televizyondur.

Böyle biri daha vardı: Televizyonun ‘içinde’ büyüyen bir çocuk. Truman Show’un zavallı kahramanı. Dev ürün yerleştirme dramasının tek gerçek karakteri. Birbirlerinin negatifi gibiler. Aslında aynı konuyu anlatıyorlar. Belki de her şey Orwell’in 1984’üyle başladı: İzlemek / izlenmek döngüsünün içinde kişinin kurgulanması. Bir daha okumalı…