“Akademinin Düşmanları” Kim?

312272_2“Akademi, ne yazık ki, ‘gerçek dünya’ya çok fazla benzemeye başladı. Akademisyenler artık dilencilerin, münzevilerin, başka dünyalara dalmaya yatkın olanların ait olduğu özel bir türün mensubu değiller. Düzenbaz ve kaypak karakterler.”

Bu sözler uzun yıllar Harvard Üniversitesi Yayınları’nın beşeri bilimler yayın yönetmenliğini yapmış olan Lindsay Waters’a ait. Artık akademisyenlerin entelektüel olduklarını varsaymaya devam etmeyelim; çünkü kendi uzmanlık alanı dışındaki alanlarla ilgilenmek ve entelektüel meraka sahip olmak akademide çok da istenen özellikler değil diyen Waters’ın söylediklerine kulak vermemek kolay değil; çünkü bizim gibi çevre ülkelerin akademisyenlerinin varmak istedikleri simgesel bir doruktan yazıyor bunları. Hepimizin bildiği ve hatta yavaş yavaş buranın da gerçeği haline gelen durumdan söz ediyor: Özellikle Amerikan üniversitelerinden birinde  kalıcı bir kadroya atanmak (bizim için ‘doçent olmak’ diye okuyun) istiyorsanız yapmanız gereken odaklanmak, daha çok yazmak ve bunları mutlaka ama mutlaka saygın dergilerde yayınlatmaktır. Çünkü sizi işe alacak olan dekanlar, bölüm arkadaşlarınız ve diğerleri neler yaptığınızı ‘okumak’ yerine yayın listenizdeki makaleleri sayacak ve bir de tabii en önemlisi bu makalelerin hangi dergilerde yayımlandığına bakacaklardır. Saygın dergilerde yayımlanmış olmak, hem işe alanlar açısından, hem de hesap verilen kişi ve kurumlar açısından, zaten ciddi bir bilimsel elemeden geçmiş olmanın garantisidir. Bu durumda tek tek öğretim üyelerinin görüşleri, üniversite yayınevlerinin profesyonelce ürettikleri yargılardan daha az önem taşıyacaktır. Bu da aslında üniversitenin entelektüel iktidarını ve sorumluluğunu başka bir yere gönüllü olarak devrettiğinin en büyük kanıtıdır. Bilimin ve düşüncenin üniversite dışında bir yere devredilmesi (bu yer üniversite yayınevi olsa bile) akademinin sonunun ilanıdır. Yıllardır bilimin gelişmesini “uluslararası hakemli dergilerde yayın yapmak” kriterine bağlamış bir ülkenin vatandaşı olarak bu satırları okurken belki de durumun vahametini tam olarak hissedemeyebiliriz. Ancak, o dergilerin de, yayınevlerinin de 1960lardan bu yana artan muazzam üretim karşısında ne kadar sağlıklı çalıştıkları son derece kuşkuludur. Sokal örneğinde olduğu gibi… Hatırlayacak olursak: Alan Sokal, ciddi bir sosyal bilimler dergisine tamamen uydurma bir makale yazıp yolladı; ‘genel havası’ o günlerin moda akımlarına son derece uygun olduğu için yazı dergide doğru düzgün bir değerlendirme yapılmadan basıldı ardından da derginin ve o postmodern çevrelerin zayıflığını teşhir etti. 90lı yılların postmodernizm tartışmalarına damgasını vuran bu skandal aslında okyanusta bir damla sayılır. Yine Akademinin Düşmanları’nın sayfalarından okuduğumuza göre akademik yayın endüstrisi üniversitelerin kütüphane bütçelerini emmek için akademisyenlerle sözsüz bir anlaşma içindedir. Akademisyenlerin amacı daha çok sayıda yayın yapmak, yayıncıların amacı da kütüphanelere daha çok sayıda ürün satmaktır. Okuru olmayan, sadece ‘sayılan’ ve ‘sınıflandırılan’ yayınlarla dolup taşan kütüphaneler özgür düşüncenin en dokunulmaz mekânı olması beklenen akademinin ne halde olduğunun somut işaretleridir.

Peki, işler neden ve nasıl bu hale geldi? Lindsay’e göre üniversitelerin bu hale gelmesindeki en büyük etken onların birer şirket gibi yönetilmesidir. Hesap verilebilirlik kavramının üniversiteye uygulanması entelektüel üretimin yozlaşmasına ve sayılarla ifade edilen bir endekse dönüşmesine neden olmuştur. Bugün yaşanan bu sürecin başlangıcı II. Dünya Savaşı sırasında Amerikan üniversitelerinde yaşanan dönüşümdür. Kitle imha silahları üretmek üzere üniversiteler 1941 yılında kurulan Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Daire Başkanlığı’nda seferberliğe katıldılar ve askeri harcamaların üniversitelere akmaya başlamasıyla üniversite yoldan çıkmaya başladı. Çünkü o tarihe kadar kimsenin hayalini bile kurmadığı dev bütçelerdi söz konusu olan. Bu bütçeleri kullanabilmek için kendine has bir bürokrasi kuruldu ve bu yapı varlığını genişleyerek sürdürüyor. Elbette artık bu üniversitenin kendi özerk alanından, eleştirel aklından ve bilimsel / entelektüel merakından, yaratıcılığından söz etmek de zorlaşıyor. Çünkü içinden geçtiğimiz çağ bireylerin değil şirketlerin çağı oldu.

Bu kitabı Türkiye’de okumak aslında çok ilginç bir deneyim. Çünkü bizim sorunlarımız hem çok farklı hem de bu süreçle göbekten bağlı. Türkiye’de de akademide yükselmenin şartı uluslararası saygın hakemli dergilerde yayın yapmaktan geçiyor. Her yıl sonunda ülkeler sıralamasında yayın sayıları açısından kaçıncı olduğumuz üretilenlerin içeriğinden çok çok daha fazla ilgilendiriyor hepimizi. Üstelik bizler için ‘o dergiler’de yayın yapmak, gelişmiş batı tarafından onaylanmak gibi yan anlamlar da taşıyor. Ancak o zaman onlarla yarışabileceğimizi, o lige girebileceğimizi düşünüyoruz. Tabii bu süreç bizde farklı yan etkiler de yaratıyor. Orada fazla yayın yapılmasından şikâyet edilirken, bizde Türkçe akademik yayınların her geçen gün azaldığını ve kalitesinin düştüğünü görüyoruz; çünkü akademisyenler önemli çalışmalarını her zaman kendilerine puan getirecek yabancı dergilerde yayınlamayı tercih ediyorlar. Bu da doğal olarak ülkemizde akademinin halka iki kez yabancılaşmasına neden oluyor. Ancak küresel rekabet ortamının dışında kalmak kolay değil: Üniversiteler de yayın sayılarıyla saygınlık kazanmaya çalışıyorlar. Bir ölçüde halka ve devlete bu yolla hesap veriyorlar. Aramızda oldukça büyük bir mesafe olmasına karşın bizim üniversitelerin gittiği yön de resmi politikaların kaçınılmaz bir sonucu olarak Akademinin Düşmanları’nda tarif edilen yere yakınsıyor. Dolayısıyla, bu ince ama ateşli kitabı Türkiye’de üniversiteleri tartışırken farklı bir gözle mutlaka okumamız gerekiyor.

Akademinin Düşmanları, Lindsay Waters, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi

 

2 Replies to ““Akademinin Düşmanları” Kim?”

  1. Sanat içinde aynı çarkın işlerliği hüküm sürüyor kanımca. Ve belki de uzun vadede bir tükenişin habercisi gibi. Ancak bir şeyler yok olmadan “var” olamaz değil mi?

    Beğen

Yorum bırakın