Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Devamı

Bazen yazarlar romanlarının sonunda öyle bir şey yaparlar ki kitabı okuma şeklimiz tümden değişir, o ana kadar zihnimizde kurulan dünya alt üst olur. Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, edebiyatımızın sıradışı romanlarından biri olarak git gide daha fazla ilgi toplarken Turan Alptekin’in “Ahmet Hamdi Tanpınar Bir Kültür Bir İnsan” adlı kitabında yayımladığı ek bölüm kafaları karıştırıyor. Tanpınar’ın yazdığı bu ek bölüm bildiğimiz kadarıyla romana dahil edilmemiştir. Bu ek bölüm romandaki karakterlerden birinin diğerine yazdığı bir mektuptur. Romanı okumuş olanlara hatırlatmakta yarar var: Roman Hayri İrdal’ın çocukluğundan başlayarak kendi hayatını anlattığı ve özellikle de bir tür günah çıkarma olarak okunabilecek bir iç dökme metnidir. Yaşlı bir adamın bunaklığından yararlanarak mirasına konma gibi bir suçlama ile mahkemelere düştüğü bir döneminde geçirdiği sinir krizleri nedeniyle yolu Dr. Ramiz’le kesişen Hayri İrdal’ın psikanaliz ile tedavisi eşsiz bir komedi olarak sunulur. Daha sonra tanışacağı Halit Ayarcı ise dönemin ruhunu son derece iyi kavramış üst düzey bir dolandırıcıdır. Hayri İrdal’ın geçmişte saat tamirciliği sırasında ustasından öğrendiği geleneksel kültür ve eski zamanların bakış açısını mevcut eğilimlerle birleştirerek mükemmel bir kurum yaratır: Amacı sadece kendisi olan bir bürokrasi makinesidir Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Roman bu absürd durumun absürdlüğünü saklamadan gerçekçi bir anlatımla sürer. Ama yine de olaylar inanılmazdır. Fantastiğe yakındır. Turan Alptekin’in sağladığı ek bölüm ise Halit Ayarcı’nın Dr. Ramiz’e yazdığı bir mektuptur. Bu metin fantastik boyutu yok etmekte, romanı yeniden gerçekçi bir zemine oturtmakta, tüm okuduklarımızı hasta bir zihnin hezeyanlarına indirgemektedir. Ancak bunu yaparken roman değerinden hiçbir şey kaybetmiyor bana göre. Hatta ancak bu mektupla tamam oluyor, açık kalan kimi kapılar kapanmış oluyor. Bu sayede Dr. Ramiz’le temsil edilen psikanalize de kaybettiği itibarı iade edilmiş oluyor. Üzerine daha çok tartışılası bu metni aşağıya kopyalıyorum.

“Aziz Dostum,

Mektubunu ve beraberinde gönderdiğin rahmetli Hayrı İrdal’ın müsveddelerini büyük bir teessürle okudum. Zavallı dostumuza senelerce gösterdiğin candan alâkaya nasıl te­şekkür etmeli. Böyle bir şeye, aranızdaki münasebet dolayısıyle, hiç lüzum olmadığını bildiğim halde, içim sana karşı minnetle dolu.

Vefa’da, aynı sıralarda, mektep hayatı denen ve yalnız bizimki cinsinden dostlukların aydınlattığı o uzun can sı­kıntısında başlayan ve hemen hemen ömrümüz boyunca devam eden o güzel ve tatlı beraberlik nihayet bir tarafın­dan kırıldı. Mektubunda yazdıklarının hemen hepsine iştirak ediyorum. Bu yerinde duramayan fıkır fıkır zekânın, bu kadar hazin bir şekilde sönmesi elbette ki korkunç bir şeydir. Fakat ne yapabiliriz; insan talihi o kadar derinlerde, öyle kesif karanlıklarda hazırlanıyor ki… O kadar berrak bilgiyle söylediğin şeyler de gösteriyor ki, dostumuz baş­tan mahkûmdu. Bir taraftan korkunç düşkünlükler, öbür yandan uğradığı aile felâketleri, karısından boşanma ve onun ölümü, nihayet bugünkü nazariyelerin ışığı altında senin şüpheyle karşıladığın, fakat benim belki de bilgisizli­ğim yüzünden hâlâ inandığım, irsiyetten gelme zâlim im­kânlar, bu neticeyi adetâ baştan kat’ileştiriyordu: Parano­ya… Düne kadar bu kelime benim için deniz kızı, insan başlı at, filan gibi bir çeşit masaldı. Şimdi altında yaşadığı­mız o tehditkâr burçlardan biri oldu.

Mektubunda anlamadığım tek şey kendini itham etmen­dir. Sen elinden geleni yaptın. Bana kalırsa sadece kaybet­tiğimiz dosta acıyalım ve hatırasını son günlerin muzlim ışığından uzak tutmaya çalışalım.

Bilir misin ki bu mucize bende oldu. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okurken hiç de kliniğine son ziyaretimde ya­tağının üzerinde oturmuş, iki eli başında düşünen ve biz­lere alâkasız, kendi kendisiyle konuşan adamı görmedim. Hatırıma hep Vefa’da geçirdiğim saatler, üniversite talebeli­ğinde o coşkun senelerimiz, nihayet Ankara’daki hayatı­mız geldi. Senin Numune Hastanesi’nde, benim bankada, Hayri İrdal’ın baroda çalıştığı, her akşam bir lokantada, bir eğlence yerinde buluştuğumuz, saatlerce gülüp eğlendiği­miz zamanlar…

Onu okurken, realitenin acılığından, insicamsızlığından ve hayata hakim abesden o kadar güzel intikamlar alan, bu acayip zekânın cümbüşlerini tekrar seyrettiğimi sanıyor­dum -Seyretmek kelimesi, burada öyle sanıyorum ki, tam yerindedir ve bütün bir karşılıklı vaziyeti ifade eder-, çün­kü Hayri’nin zekâsında ve konuşmasında daima spektaküler bir taraf vardı. O daima sahnedeydi. Ve biz onu çok de­fa böyle olduğunu bilerek dinler ve zevk alırdık.

Elbette ki, gönderdiğin müsveddelerin o konuşmalara benzemesini, realiteyle öyle sarmaş dolaş yürümesini, abes bir masallaştırmaya düşmeden hayattan intikamını alması­nı ben de çok isterdim. Fakat çeşitli hastalığın bu kadar yorduğu bir zekânın, hele bütün hızıyla kendisine çevril­diği bir devirde böyle bir şeyi nasıl bekleyebilirdik. Bu mu­hayyel hatıraların asıl hızının, ifrata ve kendine çevrilmiş bir çeşit i’tisaf hissi olduğu muhakkak.

Bu işte ikimizin de çok hazin vaziyetlere girdiğimiz inkâr edilemez. Fakat çok defa katil, intihar, yangınla biten ve bu cinsten bir zihnî macerada bütün intellektüel silâh­ları kendisini hedef almış bir zekâdan ne beklenir. Hasta kelimesi, bütün bir mazeretler silsilesini beraberinde taşı­yan kelimelerdendir.

Oğlumun kullandığı bir tabirle -dün otomobil için söy­lüyordu- bizlere gerçekten kıydı. Fakat dediğin gibi bu işte benim senden daha talihli çıktığıma emin değilim. Çünkü sana hiçbir suretle yakışmayan, kimsenin inanmıyacağı lâ­tif budalalık isnadına karşı ben düpedüz sahtekâr ve do­landırıcı oluyorum. Seninkini son zamanlardaki doktor hasta münasebetinin ilham ettiğine hiç şüphe yoktur.

Yaşadığı korkunç birsamlar âleminde şahsiyetine getir­diği bu değişmeden elbette müteessir olmazsın. Eminim ki Sıhhatevi’nin sakinleri arasında sana bir ilâh gibi bakan yüzlercesi vardır.

Bana gelince, itiraf edeyim, aramızda daima iki taraflı bir kıskançlık vardı. Çelimsiz Hayri İrdal, bende bir takım fizik meziyetler, üstünlükler vehmeder ve bundan kendisi­ne bir yığın küçüklük azabları yaratırdı. Zaten bu, insan­dan kaçan, kimleri ve neleri kıskanmazdı. Ben ise onun zekâsına ve kalb kuvvetine karşı müdafaasızdım.

Müsveddeleri, isimlerde ufak bir değiştirme ile neşr et­men en doğrusudur. Hiçbir kıymeti olmasa bile kliniğinde senelerce tedavi görmüş bir hastaya ait bir vesikayı neşret­miş olacaksın.

Aziz Dostum, sen de biliyorsun ki, dünya birdenbire çok değişti. Kâhil ve muvazeneli insan birdenbire kendini büs­bütün başka işlere verdi. Dün ancak, büyük mânâlarında yaratılışın imtiyazlarına nail olmuş insanlara mahsus bir çalışma olan sanat, yavaş yavaş çocukların ve delilerin ma­likânesi oldu. Bu işe nasılsa kendini vermiş, aklı başında kahiller bile ancak onların maskesini takarak, onların mimiklerini ve anlarını taklid ederek bu işi yapıyorlar. Her tarafta deli ve çocuk ekspozisyonları, çocuk şiirleri ve daha hazini, deli mantığıyla konuşmağa çalışan insanların, akıllıların karnavalı var. Aristo’dan ve Leonard’dan kopmuş olmanın lâtif neticeleri içindeyiz. Bu kadar büyük safraları attıktan sonra bu mahsul değiştirmeye elbette şaşılmaz.

Asrımızın farikası olan bu cümbüşe elinde hazır fırsat varken sen ne diye karışmayacaksın.

Evet dostum, dünün sanatı, manastır veya medrese hüc­relerinde, atelyelerde, çalışma odalarında idi. Bugünküler tımarhane ve nursey’lerde oluyor. Yarın belki beşiklerde olacak.

Hem kitap, zannettiğin kadar mânâsız değil; daha doğ­rusu hezeyanında mûdhiş şekilde içtimai. İkimiz de öte­den beri Türk insanının içtimai bir devir yaşadığını ve me­selelerimiz içinde boğulduğunu düşündük. Hayri İrdal de­lilik nöbetlerinde bile -mektubunu hiç okumamış gibi ko­nuştuğum için kusura bakma, Hayri İrdal vak’ası için ver­diğin vazıh izahata rağmen bu kelimeyi kullanmam sırf fikrimi lâyıkıyle anlatmak içindir-, evet, delilik nöbetlerin­de bile sonuna kadar içtimai. Bu da gösterir ki, meseleleri­miz hepimizde en canlı noktalarımız. Başka bir meziyeti olmasa bile bu noktadaki ısrarı bence kâfidir.

Bütün bunları söylerken, şahsiyetimi, bu kadar değiştiri­ci bir aynada seyretmekten müteessir olmadığımı iddia et­miyorum. Hattâ daha ileriye giderek, yavaş yavaş kendim­den şüphe etmeğe başladığımı bile söyleyebilirim. Kimbilir, elime fırsat geçseydi… Bu korkuyu mühim bulursan, bana Sıhhatevi’nde küçük bir oda hazırla.

Sana gelince, hiç olmazsa böyle bir endişen yok; psika­naliz bugün bütün dünyada kabul edilmiş, kendinden ev­velki nazariyelerin birçoğunu, bir yığın tedavi sistemiyle beraber silmiş süpürmüş metodlardan biridir. Belki de insanoğluna tevcih edilmiş en berrak ışıklardan biri. Hasta bir muhayyilenin bu fantezisi seni elbette müteessir ede­mez. Hem canım kardeşim, etse bile ne çıkar. Tenkit, fikrî hayatın eşiği olduğuna göre ve bizde de itiyatlarımızın sansüründen kurtulmak mümkün olmadığına göre, bu işi ancak Hayri İrdal gibi, çemberin öbür tarafına fırlamışlar yapabilirdi. Bu itibarla güzel bir tahammül örneği vermiş olursun.

Dediğim gibi isimleri değiştir ve neşret. Yalnız Hayri’nin ismini olduğu gibi bırakmanı isterim. Bu isim bizim için çok azizdi. Ben kendi hesabıma, senelerce lezzetle dinlediğim ihtiraslarında, yalnız bu şakada olsa dahi onun deva­mını isterim. Hem hısım akrabası olmadığına göre, kimse­yi rahatsız etmiş olmayız.

Müsveddeleri gönderiyorum. Kitabın neşri için yapaca­ğım bir şey varsa bildirirsin. Burada herkes. Oradaki her­kesi kucaklıyor. Ben de öyle yapıyorum. Yani kollarımın arasındasın.

İmza

Hamiş: Müsveddeleri karım çok hazin buldu ve bana göstermeden galiba biraz ağladı. Bilirsin ya ağlamamak ev­lenmemizin tek şartıdır. Kızımla oğlum pek beğendiler. Kı­zım Zehra, adının hikâyeye girmesinden pek memnun. Sa­kın amcam değiştirmesin, diyor. Dedim ya dünya acaipleşti. Tekrar sevgiler.”

Evet, mektup bu şekilde bitiyor. Okuyanda yine o Tanpınarvari hüzün duygusu bırakıyor. Mektupta ruhsal dengesini yitirmiş dostlarının arkasından üzülürken “Halit Ayarcı” çok önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Bu hezeyanın kişisel olmaktan çok toplumsal olduğunu belirten “Ayarcı” çağın ve özellikle de Türkiye’nin son elli yıl içinde (yazıldığı dönem ellilerin sonu altmışların başı olduğu düşünülürse) geçirdiği inanılmaz dönüşümün kişinin üzerinde yarattığı tahribatın romanı olarak okumaya bizi çağırıyor. Gerçekten de yirminci yüzyılın ilk yarısında Modernizmin akıl durduran sonuçlarına tanık olundu. Binlerce yılın geleneksel öğretileri bilimsel ve teknolojik gelişimin rüzgarıyla darmadağın oldu. Tabii bu öğretilerle yaşamı kurgulamış kültürlerin çözülmesi ve yeniden organize olması Türkiye gibi bir coğrafyada Batı’daki gibi insan aklının bir zaferi olarak değil, aksine bir yenilgi ve kayıp duygusu ile yaşandı. Bunun da kaçınılmaz sonuçlarından biri hezeyanlı bunalım olsa gerek.

Konu uzun, ancak şimdilik bu kadarını not ediyorum, devam edeceğim.

9 Replies to “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Devamı”

  1. Yirmili yaşlarda Tanpınar’ın okuduğum ilk kitabıdır. Eski bir dostla tesadüfen karşılaşıp,geçmişi yad etmek gibi oldu.Tekrar okuyasım geldi..

    Beğen

  2. Gercekten ilginc bir durum.Fakat her halukarda romanin isleyis biçiminin grotesk bir yapıya dayandirilmasi bakımından edebiyatimizda -türünün tek örneği-(sui generis) olma vasfini hala koruyor olsa gerek.
    “Bunlar o cins şeylerdir ki, ne hakikatini, ne de gülünç tarafını bugünün insanı anlıyamaz” (53)

    Beğen

  3. Bu mektubu okuduğum için çok mesudum, kitap bitti diye üzülmüştüm şimdi okuyunca, sanki uzun zamandır görmediğim ve görmeyi istediğim çok sevdiğim arkadaşlarımla karşılaşmış gibi mutlu oldum. Sanki eksik parça tamamlandı, tam oldu. Blogumda da sitenizden alıntı yaptığımı belirterek mektubu paylaştım. Size teşekkür etmek isterim. Sevgiler.

    Beğen

  4. Sayın Hocam, elbette Turan Alptekin’in kitabında açıklaması vardır ama daha dün kadıköy’deki 5 hocalı anma etkinliğinde sevgili Handan İnci Hocamın sunumuydu ve belleğimde daha tazeyken şimdi bu yazınızı okudum. lakin sorum şudur; ki tam anlaşılmıyor yazınızdan. “Kitabında yayımladığı ek bölüm…” demişsiniz. Bu bir belge olarak bulunan ortaya çıkarılan bir Ahmet Hamdi eki midir? Bu mektupla final yapmak istemişte sonra romanından çıkarmış mıdır? Yoksa Turan Alptekin’in keşke böyle olaydı ne güzel olurdu anlamında kaleme aldığı “farazi” bir sonlandırma mektup/ yazı /ek midir? Saygımla.

    Beğen

Yorum bırakın