Kim Korkar Popüler Edebiyattan?

Somerset Maugham’ın ünlü anekdotunu mutlaka duymuşsunuzdur. Bir kız lisesinde yaptığı konuşmada iyi bir öykünün şu unsurları barındırması gerektiğini söyler: Din, cinsellik, gizem, soyluluk, edebi olmayan bir dil ve kısalık. Ertesi gün öğretmenlerden biri heyecanla gelir, bu formüle göre bir öykü yazdığını söyler. Maugham ilk fırsatta okuyup değerlendireceğini söyleyince, öğretmen ısrar eder, zaten çok kısadır, hemen okur: “Aman Tanrım” dedi düşes, “Hamileyim! Kimden acaba?”.  Maugham’ın ne cevap verdiğini bilmiyoruz ama bu anekdotun yıllar içinde farklı versiyonlarının halk arasında bir fıkraya dönüşerek anlatıldığını biliyoruz. Genç öğretmen formülü tamı tamına uygulamış gibi. Peki, gerçekten de edebiyatın bu türden formülleri var mıdır?

Popüler edebiyat denildiğinde üzerinde anlaşılmış bir tanım yapmak çok da zor değil. Kolay-edebiyat ya da edebi-olmayan-edebiyat anlamında kullanılan bu terim okurlarca çabuk tüketilen, okurun okuma anlayışını ve dünyaya bakışını zorlamayan, sadece eğlendirmeyi amaçlayan, çoğu zaman belirli türlerle anılan yüzeysel romanları işaret eder. Bu kitapları incelediğimizde biçim ve içerik olarak büyük ölçüde birbirlerine benzediklerini fark ederiz. Yani kolay anlaşılabilir bir hikaye, canlı ve etkin karakterler, gizemli olaylar, basit bir dil, izlenebilir bir olay örgüsü ve soluk soluğa çevrilen sayfalar… Roman satışlarına tüm zamanlar içinde baktığımızda Agatha Christie, Harold Robins, Stephen King, ve Barbara Cartland gibi yazarların yüzlerce milyona ulaşan satış rakamlarıyla başı çektiklerini söyleyebiliriz. Polisiye, macera, korku, gerilim ve aşk romanları olarak da sınıflandırılan bu kitapların yazarları gerçekten de Somerset Maugham’ınkine benzer bir reçeteyi harfiyen uygularlar. Bu bir sır da değildir zaten. Romanın doğuşundan bu yana okurlara hoşça zaman geçirten kolay-edebiyat hep revaçtaydı, hatta yayın sektörü ağırlıklı olarak bu kitapların üzerinde yükselmektedir diyebiliriz. Günümüzde de tam anlamıyla bir endüstriye dönüşmüş olan yayıncılık çok-satarlar olarak da adlandırılan kolay-edebiyat ürünlerinin tüketimine kilitlenmiş durumdadır.

Popüler edebiyatın eleştiri oklarına hedef olmasının tarihi de neredeyse romanın doğuşu kadar eskidir. Hatta ilk modern roman olarak kabul edilen Don Kişot’un bu özelliğe sahip olmasının nedeni tam da bu eleştiriyi ilk olarak sistemli bir şekilde kurmacasının konusu haline getirmesidir. Bilindiği gibi Don Kişot, günümüz popüler edebiyatının atalarından sayabileceğimiz şövalye hikayelerini (novellalarını) okumaktan zevk alan, okuduğu bu hikayelerdeki gibi maceraları yaşamak isteğiyle kendini kaybeden bir karakterdir. Cervantes romanında hem kendinden önceki şövalye hikayeleriyle hem de bu tür hikayeleri okuyup da “kendini kaybeden” eski zaman okuruyla alay etmektedir. Okurun zihnini zekice kışkırtmaktadır 1600lerin başında. Cervantes’den yaklaşık 150 yıl sonra Laurence Sterne yine satirik bir eserle döneminin popüler edebiyatını eleştirel bir şekilde romanının konusu yapacaktır. Stern, Tristram Shandy Beyefendinin Hayatı ve Eserleri adlı romanında dönemin popüler kitaplarındaki klişeleri İngiliz Edebiyatı’na has ince mizah ile sergiler. Ustalıkla yazılmış bu sıradışı roman günümüzde de ilgiyle okunabilen eleştirel bir yapıttır.

On dokuzuncu yüzyılın ağırbaşlı realist edebiyatçıları belki biçimsel olarak popüler atalarından çok da ileride değildi ama içerik olarak kesinlikle bir aşama yapmışlardı. İnsanı farklı bireysel ve toplumsal kuvvetlerin etkisi altında yaşamaya çalışan karmaşık bir yaratık olarak yansıtmayı başarmışlardı. Ancak yirminci yüzyılın başına gelindiğinde, edebi anlatının gerçekliği yansıttığı konusundaki sorgulamalar, realist hikayenin krize girmesi ve yeni anlatım biçimlerinin arayışı Modernistlerin zor-edebiyatını ortaya çıkarmıştı. Wirginia Woolf, James Joyce gibi yazarlar okurların işini hiç kolaylaştırmıyorlar aksine edebiyatı bir deneyim olarak yaşamayı öneriyorlardı. Yazmak bir tür performanstı Modernistler için. Dilin dünyayı kuran en önemli (bazen de tek) araç olduğuna duydukları inanç onları deneysel araştırmalara yöneltiyordu. Aslında Cervantes ve Stern gibi romanın asıl babalarının izinde gidiyorlardı. Ancak ortaya çıkan yapıtlar okurun anlayışıyla çoğu zaman örtüşmüyor ve Modernist sanat bir avuç seçkine hitap ediyordu. Geleneklere baş kaldıran bu yeni sanat anlayışı ortaya çıktığı ülkelerde her zaman iktidarların hedefinde oluyordu. Uygarlığın merkezinde, peş peşe yaşanan iki dünya savaşı ve ardından ortaya çıkan Nazi Soykırımı moderniteye duyulan inancın sarsılmasına Modernleşme teriminin terk edilmesine neden oldu. Siyasal anlamda modernleşme tepeden inme, otoriter bir toplum mühendisliği gibi algılanmaya başlandı. Hatta Batı dışındaki ülkelerde bu sürecin emperyalizmin bir fonksiyonu olduğu kabulü de eklenerek Modernleşme iyiden iyiye sorunlu bir kavram haline geldi. Modernleşme ve modernite kavramları yine hakim ideolojilerin ürettiği gerici söylem elçabukluğuyla modernist sanata yapıştırıldı. Bu sayede deneysel ve yenilikçi arayışlar seçkinci züppelikler veya ahlaksızlıklar olarak mahkum edildi ve devrimci kadim düşmandan bir kez daha kurtulunmuş oldu.

Edebiyatta da kendilerine modernist diyenlerin azaldığı bu dönemi 60lı yılların farklılıklara kucak açan eşitlikçi, liberal ve romantik rüzgarı izledi. Bu yeni dönemde edebiyatta deneysel arayışların farklı bir şekilde geri döndüğünü söyleyebiliriz. John Fowles’un Fransız Teğmenin Kadını romanında vücut bulan bu yenilik izleyen yıllarda hem eleştirmenlerin hem de okurların kafalarını karıştıracaktı. Bu yeni roman, ne Fransızların deneysel edebiyatın farklı bir durağı olarak tanımladıkları Yeni Roman’ı gibi zor ve sıkıcıydı ne de modernistlerinkiler gibi karanlık ve anlaşılmazdı; tam tersine, okuruna son derece entelektüel bir anlatı sunuyordu; hem anlatım biçimi ve yapısal olarak sofistike ve hem de okuması görece olarak kolay ve eğlenceliydi. Bir açıdan bakıldığında Don Kişot ve Tristram Shandy gibiydi. Fowles’u Umberto Eco gibi saygın yazarların “eğlenceli” romanları izledi.  Bu romanlar sadece eğlenceli değildi, bir başka özelliği daha vardı akılları karıştıran: modernistlerin hayal bile edemeyecekleri bir satış başarısını da yakalamışlardı. Çok satarlar listelerine girebiliyor, çeşitli dillere çevriliyor, sinemaya uyarlanıyorlardı. Çok satarlıkla yüzeysellik arasında hızlıca kurulan denklem bu yeni edebiyatın iyi örnekleriyle sarsıldı ancak bu Postmodern de denilen yaklaşım ana akım edebiyatı haline gelmedi. Günümüzde çok satarlar listeleri tıpkı geçmişte olduğu gibi kolay-edebiyatın yeni örnekleriyle dolup taşmaktadır. En ucuzundan tarihi, polisiye, aşk ve fantastik janr edebiyatı şu an dünyada ve ülkemizde ana akımdır.

Peki hakiki edebiyatla uğraşanlar neden popüler edebiyatı mesele edinirler? En önemli nedeni hakiki edebiyatın popüler edebiyatın egemenliğine boyun eğerek yok olacağı korkusudur: Yayıncılar git gide sadece popüler edebiyat ürünlerini yayımlayacak, edebi-yazarlar da edebi çizgilerini piyasanın talepleri doğrultusunda şekillendirerek popüler-edebiyat-yazarlarına dönüşecek ve her şey piyasanın koşullarında tükenip gidecektir. Haksız bir korku sayılmaz. Belleğimizi yoklarsak edebiyat hayatına yüksek edebiyat yapıtlarıyla başlayıp git gide irtifa kaybederek kolay-edebiyatın yüzeyselliğine gönüllü olarak teslim olan örnekleri hatırlayabiliriz. Ancak bu daha çok edebiyat sosyolojisini ilgilendiren bir konudur. Kolay-edebiyat ile edebi-edebiyat arasındaki farklar özellikle anlatım biçimlerinin okurların zihninde yarattığı değişimler açısından tartışıldığında çok daha verimli bir alana adım atarız.

Kolay-edebiyat “realist” anlatım biçimini kullanır. Tırnak içine almamın ve gerçekçi terimi ile karşılamamın nedeni realizmi belirli bir edebi anlayış olarak kodlamak isteğidir. Çünkü, modernistlerin düşünsel, duyumsal deneyimleri gerçeğe en yakın şekilde canlandırma ve kayda geçirme amacının da gerçekçilik kaygısıyla beslendiğini düşünüyorum. Oysa realist edebiyat için böyle bir mesele yoktur, günümüz popüler yapıtlarında da görüldüğü gibi onlar için dil kusursuz ve sorunsuz bir ayna olarak gerçekliği yansıtır. Bu da çok önemli bir meseleyi saklamaya hizmet eder. Realist hikayenin gereklerine göre şekillendirilen popüler romanda (doğrudan uzantısı olan popüler sinemayı da ekleyebiliriz bu dizgeye) her seferinde düzen sorunsuzca kurulur, bu yapıtların ima ettiği dünya anlaşılabilir bir yerdir. İyiler ve kötüler birbirinden ayrılabilecek kadar net tanımlıdır. Dolayısıyla mevcut dünyanın iktidar ilişkilerini yeniden üreten ahlak anlayışı ve dünya görüşü bir kez daha doğrulanır. Aslında ideolojik yanılsamadan başka bir şey olmayan düşünme ve algılama biçiminin en doğal ve doğru biçim olduğu bir kez daha teyid edilmiş olur. Böylelikle popüler edebiyatın eleştirilme nedeni biraz daha net ortaya çıkmış oluyor: Bu sadece hakiki edebiyatın kitapçıda raf bulamama endişesi değildir; popüler edebiyatın, ideolojik söylemin kendini yeniden üretmesinin en açık ve dolaysız aracı olaması sorunudur. Hakiki sanat insanı özgürleştirecek bir yol ve yordam arayışıyken, popüler sanat mevcut iktidar ilişkilerinin yeniden üretimine hizmet eder.

Dışına çıkmak mümkün mü? Bu sorunun kolay bir cevabı olmasa gerek. Bir açıdan bakıldığında yayıncılık sektörü her geçen gün daha da büyüyerek popüler edebiyatı daha da hakim kılıyor. Ancak öte yandan gelişen iletişim teknolojileri, özellikle internetin sağladığı sınırsız olanaklar, farklı beğenilere sahip yeni bir okur-yazar tipini ortaya çıkarıyor. Artık pasif bir biçimde okumakla yetinmeyen bu yeni okur, okuduklarını kendi blog’unda ya da sosyal medya ortamında eleştiriyor, başkalarına öneriyor ve git gide güç kazanıyor. Kitap okuma grupları, yazarlık atölyeleri, seminerler ve edebiyat etkinlikleri geçmişte olmadığı kadar ilgi görüyor. Popüler edebiyatın bunaltıcı yüzeyselliğinden kaçan okurlar kendilerine yeni bir alan yaratıyorlar ve bu alanda hakiki edebiyatın yaşamasına olanak tanıyorlar. Elbette marjinal bir hareketlilik bu ama gelecek her zaman marjinallerin hayalleriyle şekillenmiştir. Ataları Don Kişot ve Tristram Shandy olan hakiki edebiyatçının söyleyeceği söz bellidir: “Kim korkar popüler edebiyattan?”

3 Replies to “Kim Korkar Popüler Edebiyattan?”

  1. Çok doğru, ne kadar fazla satsa da kim korkar popüler edebiyattan.

    Bir kaç zamandır çok güncel ve popüler bir üçlemeyi okuyordum, diyorum ki popüler edebiyat kişinin içinde boşluk yaratir ya da var olanı biraz daha genişletir. Ölçülü tüketilmesinde fayda var.

    Beğen

  2. Bir de araftakiler var, hani sizin edebiyat sosyolojisini ilgilendirir dediğiniz yazarlar ve benzerlerinin ürettikleri. Geçmişte yazdıklarına ya da onunla ilgili yazılanlara bakarak hakiki edebiyattır diye aldığımız ama ama ruhen popüler edebiyatın kardeşi olan fakat bir de içinde sanki hiçbir kan bağı yokmuş gibi kendisinin ayrı olduğunu savunan argümanlar içeren ve pek tabi şu ünlü anekdottaki gibi sahici ve edebi olmanın tüm kriterlerini karşılayacak yapıları barındırırken ne hikmetse okurken insanın içine sinmeyen, üzerinizden hiçbir iz bırakmadan akıp giden arada kalmış edebi eserler. Değerlendirmesi çok kolay bir konu değil sanırım. Onlarla ilgili ne hissetmeli, nereye koymalı? Farklı bir söylemle yola çıkmış gibi görünmesine rağmen aslında var olan ideolojik söylemi barındıran, besleyen, ve pek de çaktırmadan empoze eden bu kitaplar, popüleritesini göğsünü gere gere gösterenlere göre daha korkutucu geliyor bana. İnsanlara ulaşmak için onların zihninden yola çıkacağım diye onların zihni içinde hapis kalıyor, yeni bir şey sunamıyor sanki bu yazarlar ve bende hayalkırıklığı yaratıyorlar. Yani en azından bir kaç tanesi var ki ilk kitaplarını çok sevmiştim sonra değişmeye başladıklarını fark ettim. Bir kere dilleri değişti. Sanki söylemek istediklerini en basitinden, herkesin anlayacağı küçük lokmalara böler gibiydiler. Ve tabi anlattıkları değişti, gündemleşti, neredeyse bazen aylık kadın dergileri formatına ulaştı. Yazık. Tabi okuyucu olarak da bize yazık. Bu yüzden eleştiri yazıları çok değerli gelmeye başladı. Kim korkar popüler edebiyattan? O halde önümüze gelene bin eleştiri..

    Beğen

Yorum bırakın