Bir Zamanlar Anadolu’da Olağanüstü Bir Kavrayış

Çok etkilenerek izlediğim Bir Zamanlar Anadoluda bittiğinde Nuri Bilge Ceylan’ın ne kadar müthiş bir yaratıcı yönetmen olduğunu bir kez daha anladım. Tabii sinema kolektif bir iş. Ortaya çıkan yapıt son kertede yönetmene ait olsa da senaristlerden oyunculara tüm prodüksiyonun eseri oluşturduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. İşin sırrı, sanırım, dürüstlükte. Kişinin kendi algılarını ve deneyimlerini ciddiye alması, bunlar üzerine düşünmesi ve bulduklarını anlatacak yeni yollar araması onu yaratıcı bir sanatçı yapıyor. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı kitabında sözünü ettiği “düşünceli” yani yaptığının üzerine düşünen ve ne yaptığının farkında olan yazarlar gibi çalışıyor Ceylan. Prodüksiyon notlarını yayınlaması bunun en güzel örneği. Açıkçası son dönemde çok az metni bu kadar heyecanla okumuşumdur. Üç Maymun filminin prodüksiyon notlarını yani o sırada tuttuğu günlüğünü. Şimdi bu film için tuttuğu günlük de yayımlanacak Altyazı Dergisi tarafından; eminim onu da zevkle okuyacağım. Ceylan, izleyiciyi/okuru yaratma sürecine davet ve dahil ediyor bu günlükleri yazarak / yayımlayarak.

Bir Zamanlar Anadolu’da üzerine sayfalarca yazılabilir, saatlerce konuşulabilir. Bu da filmin katman katman açılan derinlikleri olduğunun en büyük işareti. Tüm büyük yapıtlar gibi bu film de kendinden önceki sanat yapıtlarıyla konuşuyor.  Tarkovski’den Coen Kardeşlere, Antonioni’den Polanski’ye, İtalyan yeni gerçekçiliğinden İran sinemasına geniş bir coğrafyaya yayılıyor bu komşuluklar. Sadece sinema değil edebiyat da Ceylan’ın yapıtının içine sızıyor,  anlatımla bütünleşiyor. Dostoyevski, Çehov, Sait Faik hatta Aziz Nesin öykülerinde gibi hissedebiliyor insan kendini. Tüm bunlar ve başkaları, edebiyat, sinema, fotoğraf ve diğer sanatlarla olan bu konuşmalar, değinmeler, göndermeler filmin dokusuna elbette çok şey katıyor ama bence Ceylan’ı yaratıcı yönetmen yapan şey onun kendine özgü bakışı, hikayeye, hayata ve dünyaya kişisel bakışı ile yeniden şekil vermesi. Üstelik bu sefer  Ceylan’ın bakışı çok daha merhametli, şefkat dolu.

Bir grup adamın Anadolu’nun ortasında yaşadığı tuhaf bir geceyi anlatıyor film. Polis, asker, savcı, doktor, suçlu ve diğerleri cesedin yerini arıyorlar önce. Filmin anlatımında beni en çok çarpan hikayeyi bir olay örgüsünün yapaylığı içinde bir gösteriye dönüştürmemesi. Bu hikaye anlatan sanatların zaman zaman büyüsüne kapıldığı bir durumdur. Çünkü hikaye anlatırken dünyaya yeniden şekil vermenin gücünü hisseden bir yaratıcı yazar ya da yönetmen işin büyüsüne kendini kaptırıp yapıtı bir ruhsal arayışın deneyimi olmaktan çıkarıp bir kaçış rüyasına dönüştürebilir. O zaman hem izleyici / okur daha fazla zevk alır hem de yapıt daha estetik bir bütünlüğe sahip olur. Oysa bence büyük yapıt, o tip bir mimari mükemmeliğe ulaşmış bir gösteri değildir. Eksikleri, yanlışları, karanlık köşeleri olan bir arayıştır. Ceylan’ın bu filminde izleyici olarak ben de o gruba katılıp o geceyi yaşıyorum. Sakin, sabırlı planların bunda etkisi büyük. Yüzüne bakmaktan korktuğumuz katilin cesedi gömdüğünü söylediği yerin bir türlü bulunamaması, tarif edilen yerin birçok farklı mekanda kendini yinelediğini görmemiz (birbirine benzeyen çeşmeler, tarlalar, yollar) bir süre sonra bir çaresizlik hissi yaratıyor. Belki de hiç bulunamayacak bir cesedin peşindeyiz… Ayrıca ceset bulunsa bile ne olacak ki? Hem cinayetin nedeni nedir? Tüm bu sorular klasik olay örgüsüne dayalı bir filmde aşama aşama  cevaplanır. Oysa biz tamamen farklı bir deneyime ortak oluyoruz bu arama ekibine katılarak. Bu diğerlerinin deneyimlerini, hayatlarını, hayattan anladıklarını merak etmeye götürüyor bizi. Önce polisin ama git gide savcının ve doktorun hayatlarının gizli, karanlıkta kalmış köşelerinde gezinirken buluyoruz kendimizi. Ama dediğim gibi bu yine klasik olay örgüsü anlatım biçimleri kullanılarak yapılmıyor. Zaman zaman kendimizi bir Dostoyevski romanının içinde gibi hissetmemize neden olan şey, bu farklı karakterlerin hayatlarının birbirine teğet geçtiği böyle bir akşamda yaşadıkları varoluşsal aydınlanma ya da kararma anlarını barındırması. Üstelik bu farklı hikaye etme biçiminin sadece Ceylan’dan sonraki sinemacıları değil edebiyatçıları da etkileyecek düşüncesindeyim.

Filmin hikayesindeki açmazları ve şaşırtıcı virajları tartışmaksızın iki noktayı not etmek istiyorum. Birincisi, dünya kurmaktaki paradokslar. Yaratıcı eserden beklediğimiz bize yeni bir dünya kurmasıdır. Ama bu öyle yeni bir dünyadır ki onun aynasında kendi dünyamızı yeniden keşfedebiliriz. Ceylan’ın burada yaptığı da aynen bu. Evet diyoruz, Anadolu’da biz de bu yollarda bu şekilde yol aldık bir zamanlar; evet, biz de zaman zaman bozkıra gözümüzü dikip hayatımızın nasıl da geçip gittiğini, şu soğuk toprak parçasının nasıl da bize karşı umursamaz olduğunu düşündük. Ya da başka insanlar nasıl da muammadır zaman zaman. En açık seçik olduğunu sandığımız olayların insanlar üzerindeki etkileri nasıl da farklı olabilmektedir ve nasıl da gizemlidir insan ruhu. Filmi izlerken oradaki karakterler gibi bizim de zaman zaman hayat ve doğa karşısında bu türden derin düşüncelere ve endişelere kapılmış ama sonra da hayatın akışı içinde bunları unutmuş olduğumuzu fark ediyoruz. Ceylan’ın filmindeki gerçekçilikten kast ettiğim işte bu deneyimleri çok derinimizden hatırlamamıza yol açan bir anlatımı bulmuş olmasıdır.

İkinci nokta da gerçekliğin yeniden yaratılması meselesi. Evet hayatta bir az önce yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi metafizik varoluş sorunlarına yakınlaştığımız anlar vardır ama bir de ipleri elimize alıp hayatı şekillendirdiğimiz zamanlar vardır. Önce savcının ardından doktorun hikayeyi yazmasından söz ediyorum. Ceset bulunduktan sonra savcının tutanağı yazdırma süreci sırasında, artık kendi başına hiçbir şey ifade etmeyen et, giysi ve ipin savcının iradesiyle nasıl bir hikâyeye dönüştüğünü izliyoruz. Yetinmiyoruz, otopsi sırasında etin içinde yol alırken bu sefer doktorun yazdırdığı tutanakla gerçekliğin nasıl örüldüğünü izliyoruz. Gerçeklik savcı ve doktorun yazdıkları metinlerde yeniden kuruluyor. İki güçlü iradenin bazen işbirliği bazen de çatışması bu yeninden kurulma sürecinin bir parçası oluyor. İşin en güzel yanı hem savcının hem de doktorun kendi karakterlerinin (yaşamlarının, deneyimlerinin) bu sürece kendiliğinden dahil olması, karışması… Artık film bittiğinde katilin, maktulün, dul kalan kadının, geride kalan çocuğun, savcının, geçmişte ölmüş bir kadının, doktorun, yine geçmişte bir yerde kaybolmuş başka bir kadının hayatlarının birbirinin içine girmiş ve birbirini etkilemiş olduğunu görüyoruz. Üstelik tüm bunlar bir tanrı yazarın sihirli dokunuşlarıyla yaratılan gizli tesadüflerle değil, yaratıcı bir yazarın/yönetmenin olağanüstü kavrayışı sayesinde oluyor.

Sonuç olarak büyük yapıt bir seferde okunup bitirilemiyor. Eminim yaratıcıları da hem yaratma sürecinde hem de şimdi, yani filmi artık izleyici koltuğundan izlerken daha önce düşünmedikleri kimi ayrıntıları fark edip şaşırıyorlardır. Belki de o yüzden, dün yazdığım bu notu bugün biraz daha geliştirme ihtiyacı duydum. Halen de içimde bir yazma isteği var. Sadece beden ve insan ilişkisi üzerinden bir daha izlemek isterim doğrusu. Belki başka bir zamanda…

5 Replies to “Bir Zamanlar Anadolu’da Olağanüstü Bir Kavrayış”

  1. Filmi hayranlıkla izledim. Özellikle bozkırın o hem bir anlamda ürkütücü gelen uçsuz bucaklığı, hem de uzuun bir gece planının içerisinde usul usul, bir yandan da herkesin hikâyesine soğukkanlılıkla girişi harikaydı. Görüntü yönetmeni de iyi iş çıkarmış. İzlerken en küçük ayrıntılar bile ustalıkla işlenmişti. Bozkırı görmekle kalmıyor, izleyici olarak adeta içinden geçerek rüzgârın sesi ve orada kıpırdayan yaprak, ot oluyoruz. Jenerik bitene kadar bekledim. Alıntılar ÇEHOV’danmış. Bu ayrıntıyı da kaçırmadım.

    Beğen

  2. Nuri Bilge’nin en iyi filmi bu bana göre. Tam bir olgunluk eseri, ne bir eksik ne bir fazla! tek kelimeyle mükemmel! İran sinamasıyla bağına değinmişsiniz ya, aynı şeyi düşündüm ben de hatta Kiarostami’nin “Rüzgar Bizi Götürecek” filmindeki bir kareyle bu filmdeki bir kare o kadar ruh ortağı ki: Kiarostami’nin filminde mühendis süt almak için ahıra iner, karanlıktır ve sadece bir gaz lambası vardır, süt sağmakta olan kızı hiç görmez ama konuşurlar kızla, ona Furuğ’dan, filme de adını veren şiiri okur ve birbirlerini hiç görmeden adam sütü alıp çıkar, sinema tarihine geçmesi gereken büyülü bir sahnedir o. İŞte bunun bir benzeri de Ceylan’ın filminde elektrikler kesilince muhtarın kızının ortasında bir gaz lambası bulunan çay tepsisiyle içeri girip çay servisi yaparken herkesi güzelliğiyle a llak bullak ettiği sahnedir. Yazınızda değindiğiniz ikinci nokta var ya, gerçekliğin yeniden yaratılması meselesi, onu pek anlayamadım anladığım kadarına da katılamadım galiba. Gerçekliği mi yeniden yazıyorlar yoksa kendi iktidarlarını mı meslekleri yoluyla kuruyorlar? Doktorun da savcının da kendilerinden pek bir emin, sözcüklerle beraber etraflarındaki herkese hükmettikleri sahneler raporu yazdırdıkları sahneler. Taşrada bir devlet memurunun kendini var ettiği bir o kadar da yokluğunu imleyen iktidar alanı. Mesela doktor o kadar güçsüz ki yalnızca o karede sesi kendinden emin çıkıyor, o yüzden otopsiyi yapanın belki de çok doğru tespitini( adamın diri diri gömülmüş olması gerçeği) ustaca bir manevrayla es geçerek kendi bildiğini okuyor, zira en iyi bildiği şeyi bile hatalı yapıyor oluşunu kabul etmesi iktidar alanının büsbütün yokluğu tehlikesini doğuracaktır! Demem o ki iktidardan en uzak görünen doktor bile işte onun baş aktörüdür gerektiğinde.

    Liked by 1 kişi

  3. ceset diri diri gömülmüş,bunu anladığında doktor cinayetin planlı olduğunu da anlıyor (katil cesedi arabaya sığdıramadıkları için bağladıklarını söylemişti, oysa görevliler lpg’li arabaya hem cesedi hem de üç kavunu (!) sığdırıyorlar.Doktor cinayetin planlı olduğunu, böylece çocuğun annesinin suç ortağı olduğunu anlıyor ve çocuğu korumak, yani kendi başına bir şekilde geldiği gibi annesiz bırakmamak için kasten söylemiyor gerçeği, iktidarını kaybetmemek için değil..Tam tersine iktidarını ve çok meraklı olduğu otopsi olayını “merhametten” bir kenara bırakıyor…

    Liked by 3 people

    1. Pelin söylediğin mantıklı bir yanıyla ama o zaman da şu soru açıkta kalmıyor mu: Cinayeti işleyen kişinin yanında biri daha var tutuklu, safça hatta akli durumu çok yerinde değil gibi görünen. Nitekim sürekli kadrajdaki suçlu hep “biz” diliyle konuşuyor bu ikinci kişiyi kast ederek. Bu durumda adamı diri diri gömmek için yeterli iki kişi var, kadının duruma dahil olmasını gerektiren bir delil yok ki ortada. Ancak belki şöyle mi düşünmeli: Bu tuhaf görünümlü suç ortağı film boyunca diğerine hep korkarak, tedirgin bakıyor, sanki tuhaf ruh halinin nedeni de sakladığı bir şeylermiş gibi, nitekim birinci suçlu ona hep tehdit eder gibi, susmasını işaret eder gibi de bakıyor. Bu durumda suç ortağı zoraki bu zavallı yapılmış ve asıl ortak saklanıyor yani kadından hiç söz edilmemesi sağlanıyor böylece. Her durumda diğer adam tek söz etmiyor, inkar etmiyor ki “biz işledik” itirafını. Yani doktor kadının işin içinde olduğunu düşünse bile bunu kanıtlayacak bir delil olmayacağından raporda adamın diri diri gömüldüğü bilgisini engelleyen bir şey yine yok gibi görünüyor, yanılıyor muyum? Bir de katilin hiç gereği yokken kadının çocuğunun asıl babasının kendisi olduğuna dair itirafı var, bu da ilginç! son derece ortalığı karıştırıcı ve kadını işin içine katma tehlikesini göze alan bir itiraf. Bunun sebebi ne? Ya da bu itirafın nedeninin ruhsal bir patlama, aklın iktidarının iflası olduğunu mu düşünmeliyiz? Bir hukukçuya da danıştım ve kadının sorgulanmasını gerektiren bir durum olmadığını öğrendim, hukuken bir itirafçı varsa kadınla katilin bu “gayrı meşru ilişkisine” rağmen kadın sorgulanmazmış. Bu da ilginç tabii.

      Liked by 1 kişi

Yorum bırakın